Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Slav masalları»

Şrift:

Yayıncının Önsözü

Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.

2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.

Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili, Amerikan, Çin, Norveç, Kore, Çingene, Eskimo, Kelt ve Afrika Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Slav Masalları var.

Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.

Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Önsöz

Folklor alanı son zamanlarda büyük ilgi görüyor. Dolayısıyla bu konuya meraklı okurlara yeni bilgiler sunmaktan çekinmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu ilgi çekici alan, karşılaştırmalı mitolojinin doğuşu ve ilerlemesiyle çok daha ilginç hale geldi. Karşılaştırmalı mitoloji halihazırda çok önemli sonuçlar vermiş durumda. Araştırmacılar eksiksiz bir tümevarım için gerekli verinin tümüne ulaştıklarında çok daha önemli sonuçlar elde edilecek gibi görünüyor.

Çoğu Avrupa milletinin masalları ayrıntılı şekilde ele alındığı halde Slav masalları yalnızca kısmen incelenmiştir. Şartlar, Slav folkorunun bilinen bölümüne önemli bir katkıda bulunmamı mümkün kıldı. Elbette çeşitli Slav halklarının sahip olduğu hazineyi, daha doğrusu hazineleri tükettiğimi söyleyemem. Bu hazineler hâlâ yetkin kâşifleri beklemeye devam ediyor.

Yalnızca Slavca kaynaklardan tercüme edilmiş elli yedi masalı paylaşırken bu masalları aldığım eserden bahsetmem gerekir. Eski Prag şehrinin meşhur arşivcisi müteveffa K. J. Er-ben, 1865 senesinde bir Citanka yani okuma kitabı yayımladı. “Çeşitli Slav halklarının kendi lehçelerinde yüz ulusal masal ve hikâye"sini içeren bu kitabın amacı Bohemyalıların farklı Slav lehçelerini öğrenmesine yardımcı olmaktı. Erben, bu kitaba Bohemya dilinde olmayan ya da farklı bir şekilde kullanılan kelimelerin açıklamasının bulunduğu bir sözlük ekledi. Bu sözlük iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Kiril harflerini kullanan ve Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olan Slavların masalları, ikincisinde ise Latin harfli alfabeleri kullanan Katolik ve Protestan Slavların masalları açıklanmıştır. Erben, yalın ve ulusal lehçelerin halkın konuştuğu şekliyle korunmasına bilhassa özen göstermiş ve basılmış külliyatları paylaşmanın yanı sıra daha önce hiç basılmamış masallara da ulaşmıştır.

Kitabına kendi anadili olan Bohemya dilinden başlayarak bu dile çok yakın olan Moravya ve Macar-Sloven (Slovak) lehçeleriyle devam eder. Ardından Yukarı ve Aşağı Lusatya lehçesinden örnekler verir ki bunlardan birincisi eski Bohemya dili ve ikincisi de Lehçe ile akrabadır. Daha sonra Lehçenin hızla kaybolmakta olan bir alt lehçesi olan Kaşupçaya ve nihayet Lehçeye geçer.

Beyaz Rusya lehçesi, Lehçeden Rusçaya geçiş niteliğindedir. Galiçya, Ukrayna ve Güney Rusya’da kullanılan Slavca ise Bohemya diline, Beyaz Rusya lehçesinden daha yakındır. Eski Bohemya diliyle çok yakın olan kadim Rus dili, bugünkü yazılı Rusçanın temeli olup Bulgarcaya geçişi kolaylaştırmıştır. Kuzeybatıda bunun yerini Sırpça alır ve Varazdin yakınlarında konuşulan Hırvatça ise Bohemya diline çok yaklaşır. Karintiya bölgesinde konuşulan İlirya dili ve Slovence, coğrafi yakınlığına rağmen Bohemya dilinden en belirgin şekilde ayrılan lehçelerdir. Aynı şekilde yukarı Lusatya lehçesi, coğrafi bakımdan daha uzak olan Kaşupça lehçesine göre Bohemya dilinden daha farklıdır.

Esasen bu kitabı, yayımlanma amacına uygun olarak tüm Slav lehçelerinin temel özelliklerini tanımak için ele almıştım; fakat bazı masalların olağanüstü güzelliği bende bunların büyük bölümünü tercüme etme arzusunu uyandırdı. Okurlara daha geniş bir seçki sunmamamın nedeni, Büyük Rus skazka’larının1 çoğunun müteveffa dostum W. R. S. Ralston2 tarafından hayranlık uyandırıcı şekilde tercüme edilmiş, düzenlenmiş ve resimlendirilmiş olması. Dolayısıyla o masalları bu çalışmaya dâhil etmeyi düşünmedim.

Yalnızca Carniola’dan3 derlenmiş Sırp masallarında karşımıza çıkan ve Slav mitolojisiyle ilgili çalışmalarda henüz kendine yer bulamamış münferit bir mitolojik varlık olan Kurent hakkındaki makale için Profesör Gregor Krek’e teşekkür borçluyum. Bu makaleyi sözkonusu masalın başına ekledim. Ayrıca her masal grubunun başında bazı ilginç konuların ele alındığı kısa bir giriş bölümü paylaştım. Bu masallar farklı diller, lehçeler ve alt lehçelere göre birbirini takip ediyor.

BATI SLAVLARI

Bohemya Masalları

Giriş

Bu masallar Bohemya’nın neredeyse dörtte üçünü oluşturan Slav halkı Çeklerin dilinden tercüme edilmiştir. Ulusun erken dönemlerde gelişen edebiyat geleneği, 1348 senesinde Prag Üniversitesi’nin İmparator IV. Charles tarafından kurulmasından önce başlar. Bu dönemden sonra Bohemyalılar uzunca bir süre Avrupa’nın en iyi eğitimli halkı unvanını haklı olarak üstlenmiştir. Örneğin ilk özgün eseri 1377’de basılan Thomas Stiny, bu halkın yetiştirdiği bir nesir yazarıdır ve Kraliçe Elizabeth devrine kadar İngiliz edebiyatında eşine rastlanmaz. Otuz Yıl Savaşları’nda (1620) Bohemya halkı ve edebiyatı iki yüzyıl boyunca ezilmiş, dört milyonun üzerindeki nüfusu korkunç savaş sonunda sekiz yüz bine inmiştir.

Bohemya dili harikulade bir dildir. Tıpkı Latince ve Yunancada olduğu gibi birbirinden bağımsız olarak hem vurgu hem de uzun ve kısa ünlüler vardır. Dolayısıyla bir yabancının bu dili sesli olarak okuması veya konuşması güçtür zira vurguya dikkat ettiği takdirde kısa ve uzun sesleri göz ardı edebilir. Aynı şekilde seslerin uzunluğuna dikkat ettiğinde de kelimeleri doğru şekilde vurgulamakta zorlanabilir. Lehçede olduğu gibi Bohemya dilinde de ıslıksı bir ses veren r sesi vardır ve pek çok kelimede bu sesi telaffuz etmek oldukça zordur. Ayrıca yarı ünlüler, özellikle de r, bir ünlü olmadan yazılır. Bu nedenle pek çok hecede hiç ünlü yokmuş gibi gözükür. Gerçekte bu durum telaffuz güçlüğü yaratmaz.

Ormanların sevecen veya kötü kalpli sakinleriyle ilgili masallar bilhassa dikkat çekicidir. “Jezinkalar” adlı masalda bu hayali varlıklar kötü, bir sonraki masalda ise iyi bir tabiata sahiptir.

Tıpkı Rus masallarındaki gibi Bohemya masallarında da ölüm ve hayat suyuna yer verilir. Bu özellik Slav masallarını, yalnızca hayat suyu unsurunun olduğu Batı Avrupa masallarından ayırır. Ralston’ın da belirttiği gibi (Songs of the Russian People, s. 97) “Bir cesedin yaralarına ‘ölüm suyu’ serpildiğinde yaralar iyileşir fakat ölü bedenin diriltilebilmesi için üzerine ‘hayat suyu’nun serpilmesi gerekir.”

Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı

Evvel zaman içinde bir kral yaşardı. Artık yaşlanmış olan kralın tek oğlu vardı. Günün birinde oğlunu yanına çağırıp şöyle dedi: “Sevgili oğlum! Bilirsin, olgun meyveler yeni meyvelere yer açmak için ağaçtan düşer. Bak işte benim de saçlarımda aklar birikti. Daha kaç gün görürüm, bilmiyorum. Ama beni toprağa gömmeden evvel senden bir dileğim var. Müstakbel gelinimi görmek istiyorum. Evlen artık, oğlum!”

Prens cevap verdi: “Dileğini yerine getirmeyi ben de çok isterim baba lakin bir nişanlım yok. Evlenebileceğim bir kız tanımıyorum!”

Yaşlı Kral cebinden çıkardığı altın anahtarı oğluna uzatırken şu sözleri söyledi: “Kulenin en üst katına çık, etrafına bak ve hangisini beğendiğini söyle.” Prens hiç zaman kaybetmeden gitti. O güne dek birinin kulenin tepesine çıktığı ne görülmüş ne de işitilmişti.

Son kata çıkınca gözüne tavanda bulunan kapak şeklindeki küçük demir kapı ilişti ama kapalıydı. Altın anahtarla kapıyı açıp kaldırdı ve yukarı çıktı, daire şeklinde büyük bir odaya vardı. Tavan, bulutsuz bir gecedeki gökyüzü gibi koyu maviydi ve üzerinde gümüş yıldızlar parlıyordu. Zemin yeşil ipek bir halıyla kaplıydı.

Duvarlar altın çerçeveli on iki yüksek pencereyle çevrilmişti. Pencerelerin hepsinin kristal camının üzerine güzel bir kız resmedilmişti. Gökkuşağı renklerine bürünmüş ve farklı elbiseler giymiş kızların başlarını birer taç süslüyordu. Üstelik hepsi birbirinden güzeldi. Prensin bir kızdan başını çevirip diğerine bakabilmesi bile şaşılacak şeydi doğrusu. Genç adam hayranlıkla onları izlerken genç kızlar birden canlanmış gibi kıpırdanmaya başlıyor, ona bakıp gülümsüyor ama konuşmuyorlardı.

O sırada Prens, on iki pencereden birinin beyaz bir perdeyle örtülü olduğunu fark etti. Arkasında ne olduğunu görmek için perdeyi kaldırdı. Karşısına beyaz elbiseli bir kız çıktı. Belinde gümüş bir kemer ve başında incilerle süslü bir taç vardı. İçlerindeki en güzel kızdı bu. Gelgelelim, yüzü sanki mezardan çıkmış gibi soluk ve üzgündü. Prens, bir şey keşfetmiş gibi kızın resminin önünde uzunca bir süre dikildi. Ona bakarken kalbi acıyordu. Genç adam şöyle haykırdı: “Bu kızdan başkasıyla evlenmem!” Bu sözler üzerine yüzü bir gül gibi kızarıveren genç kız hemen başını eğdi. İşte o anda diğer resimlerin hepsi kayboldu.

Prens hemen aşağı inip gördüklerini anlattı. Hangi kızı seçtiğini açıkladı. Oğlunun kararı yaşlı Kral’ı çok üzmüştü ama bir süre düşündükten sonra şöyle dedi: “Perdeyi kaldırarak hiç iyi yapmamışsın oğlum. Üstelik kıza verdiğin sözle kendini ateşe attın. O kız kötü bir büyücünün tutsağıdır, demir bir kalede yaşar. Onu kurtarmaya çalışanların hiçbiri sağ dönemedi. Ama olan oldu artık, söz namustur. Haydi, git şimdi! Şansını dene ve sağ salim eve dön!”

Prens babasına veda edip atına atladı ve evleneceği kızı aramak üzere yola koyuldu. Kocaman bir ormandan geçti, yolunu kaybedene dek at sürmeye devam etti. Nereye gideceğini bilmeden çalılıklar, kayalar ve sazlıklar arasında dolanıp dururken birinin “Hey, durun bir dakika!” diye seslendiğini işitti. Prens başını çevirince uzun boylu bir adamın hızla yaklaştığını gördü. “Bekleyin beni! Sizinle geleyim, beni hizmetinize alın. Buna pişman olmayacaksınız!” “Sen de kimsin?” diye sordu Prens. “Bana nasıl yardım edebilirsin ki?” “İsmim, Uzun. Vücudumu gerip boyumu uzatabilirim. Şu ötedeki çam ağacında bir kuş yuvası var, görüyor musunuz? İşte o yuvayı ağaca tırmanmama gerek kalmadan getirebilirim size.”

Bu sözlerin ardından Uzun kendini germeye başladı. Bir anda çam ağacının uzunluğuna ulaşmıştı. Kuş yuvasını aldıktan sonra hemen eski boyuna döndü ve yuvayı Prens’e uzattı. Prens pek etkilenmiş gözükmüyordu: “Pek hünerli olduğun doğru ama kuş yuvaları ne işime yarayacak ki? Beni bu ormandan çıkarabilir misini onu söyle!” “Ah, bu çok kolay efendim,” dedi Uzun. Sonra yine gerinmeye başladı. Nihayet ormandaki en yüksek incir ağacının tam üç katı kadar uzamıştı. Etrafı inceledikten sonra Prens’e döndü: “Ormandan en yakın çıkış şu tarafta.” Sonra tekrar kısalıp atını eyerinden tuttu. Prens neler olup bittiğini anlayamadan ormanı arkalarında bırakmışlardı bile. Önlerinde uzun ve geniş bir ova duruyordu. Ötede ise büyük bir şehrin surlarını andıran sarp kayalıklar ve ormanlarla kaplı dağlar vardı.

“Arkadaşım işte orada, efendim!” dedi Uzun birden ovayı göstererek. “Onu da hizmetinize almanız gerek. Size çok yardımcı olacaktır.”

Prens, “O halde yanımıza çağır arkadaşını. Hüneri neymiş görelim,” dedi.

“Ama epey uzakta, efendim,” dedi Uzun. “Beni buradan duyamaz. Zaten gelmesi uzun sürecektir zira epey yükü var. İyisi mi ben yanına gideyim.”

Sonra Uzun bir kez daha öyle bir uzadı ki başı bulutlara değdi. İki üç adım atıp arkadaşını kolundan tuttuğu gibi Prens’in önüne getirdi. Bu kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Yüz kiloluk varillere benzeyen kocaman bir göbeği vardı. “Sen kimsin?” diye sordu Prens. “Ne işe yararsın?”

“Benim adım Geniş’tir efendim. Kendimi enine genişletebilirim.”

“Bir örnek göster bakalım.”

“Elbette! Hemen atınıza binip ormana geri dönün!” diye bağırdı Geniş, kendini yaymaya başlarken.

Prens niçin oradan uzaklaşması gerektiğini anlayamamıştı ama Uzun’un ormana gitmek için acele ettiğini görünce atına atlayıp dörtnala koşturdu. Tam zamanında hareket etmişti yoksa göbeği dört bir tarafa yayılan Geniş, Prens’i atıyla birlikte ezip geçecekti. O kısacık adam öyle genişlemişti ki yıkılıp paramparça olmuş bir dağın kütlesi gibi her yeri doldurmuştu. Daha sonra Geniş kendini şişirmeyi bırakıp eski haline döndü. Bunları yaparken çıkardığı şiddetli rüzgâr yüzünden ormandaki ağaçlar eğilip bükülmüştü. “İyi iş çıkardın,” dedi Prens, “Senin gibi bir adam her gün karşıma çıkmaz. Bizimle gelebilirsin.”

Yola devam ettiler. Kayalıklara yaklaşınca bir adam daha çıktı karşılarına. Gözleri bir mendille bağlıydı. “Efendim, bu bizim diğer arkadaşımızdır,” dedi Uzun. “Onu da hizmetinize almalısınız. Yedireceğiniz her lokmanın hakkını vereceğinden eminim.”

“Sen kimsin?” diye sordu Prens. “Gözlerin neden bağlı? Hiçbir şey göremiyorsun, bana nasıl yardım edeceksin!”

“Bilakis, efendim! Haddinden iyi gördüğüm için gözlerimi bağlamaya mecbur kaldım. Eğer gözlerimi açacak olursam gördüğüm her şeye uzun uzun bakarım. Öyle ki sonunda baktığım şey tutuşup yanmaya başlar. Ateş alamayan şeyler ise un ufak olur. İşte bu yüzden Keskin Bakışlı derler bana.”

Adam bu sözleri söyledikten sonra mendili çıkarıp gözlerini tam karşıdaki kayaya dikti. Kaya çatırdamaya başladı. O koca kaya bir anda un ufak olmuş, geriye bir kum yığını kalmıştı. Kumların üstünde alev gibi bir şey parlıyordu. Keskin Bakış gidip o şeyi Prens’e getirdi. Elindeki saf altındı.

“Aman Tanrım! Sen paranın satın alamayacağı kadar değerli bir adamsın!” dedi Prens. “Hizmetinden faydalanmayacak adam hakikaten aptalın tekidir. Şimdi madem her şeyi bu kadar iyi görüyorsun, söyle bakalım: Demir kale çok mu uzakta? Hem neler oluyor orada?”

“Yalnız başınıza giderseniz, belki bir yılda bile oraya varamazsınız. Ama bizim yardımımızla akşam yemeğine yetişirsiniz,” diye cevap verdi Keskin Bakış. “

"Peki, müstakbel karım ne yapıyor?" diye sordu Prens.

“Kızcağız, ucu göklere değen bir kulede,

Demir bir kafeste yaşıyor.

Oturmuş acı acı iç çekiyor.

Bir büyücü tepesinde nöbet tutuyor.”

Bunu işiten Prens ağlamaya başladı. “İçinizde merhamet sahibi olan varsa, kızı kurtarmam için bana yardım etsin!” dedi. Üç adam da yardım edeceklerine söz verdiler. Keskin Bakış’ın gözleriyle kayalıkları delerek açtığı yoldan geçip yüksek dağlar ve derin ormanları aştılar. Prens’in üç arkadaşı, yolda karşılarına çıkan her engeli ortadan kaldırıyordu.

Güneş batıya doğru yönelirken dağlar alçaldı, ormanlar açıldı ve kayalar çalılıkların arasında kayboldu. Güneş artık batmak üzereyken Prens, hemen ileride bir demir kale gördü. Akşam olurken kale kapısına varan demir köprüde ilerliyorlardı. Nihayet güneş gözden kaybolduğunda kapı tek bir hareketle kapanmış ve Prens'le üç arkadaşı demir kaleye girmişti.

Arkadaşları sarayı kolaçan ederken Prens atını ahıra bağlamıştı. Sanki geleceği önceden haber verilmiş gibi hayvanı için her şey hazırlanmıştı. Sonra kaleye girdiler. Akşam karanlığında sarayı gezdiler. Ahırda, büyük salonda ve odalarda iki dirhem bir çekirdek giyinmiş insanlar gördüler. Ne var ki hiçbiri kıpırdamıyordu çünkü hepsi taşa dönmüştü. Odaya girdiler, sonra yemek salonuna gittiler. Burası çok güzel aydınlatılmıştı. Tam ortaya kurulmuş masada bol bol et ve içecek ile dört kişi için hazırlanmış yemek örtüleri vardı. Prens ve arkadaşları birilerinin gelmesini bekledi ama epey zaman geçtiği halde kimsecikler görünmedi. Onlar da masaya oturup ziyafetin tadını çıkardılar.

Yemeklerini bitirince nerede uyuyacaklarını anlamak için etrafa bakındılar. Bunun üzerine birden kapılar açıldı ve odaya bir büyücü girdi. Üzerinde uzun siyah bir kaftan vardı. Sırtı iki büklüm olmuş ihtiyar bir adamdı. Başı keldi, ak sakalı dizlerine değiyordu, belinde ise kemer yerine üç demir halka vardı. Beyazlar içinde çok güzel bir kızın elini tutuyordu. Kızın beli gümüş bir kuşakla sarılıydı, başında incilerle süslü bir taç vardı. Gelgelelim, kızcağız mezardan yeni çıkmış gibi soluk ve üzgündü. Prens, kızı hemen tanıyıp ona doğru atılmıştı fakat daha tek kelime edemeden Büyücü konuştu: “Senin neden geldiğini biliyorum. Prenses’i buradan götürmek istiyorsun. Öyle olsun! Tabii, üç gün boyunca onu gözünün önünde tutabilirsen! Eğer kız elinden kaçarsa, tıpkı senden önce gelenler gibi sen ve üç hizmetkârın taş olacaksınız.” Büyücü, Prenses’e oturmasını söyleyip odadan çıktı.

Prens, gözlerini genç kızdan alamıyordu. O kadar güzel bir kızdı ki! Sonra kızla konuşmaya başladı, bir sürü soru sordu. Ne var ki kız ne cevap veriyor ne de gülümsüyordu. Sanki mermerdenmiş gibi oracıkta oturuyor, kimseye bakmıyordu. Prens kızın yanına oturdu. Kaçmasından korktuğu için bütün gece uyumamaya kararlıydı. Uzun, kızın bir yere gitmesini engellemek için kendini iyice uzatıp âdeta bir şerit gibi odayı sardı. Geniş, kapı eşiğinde yerini alarak enine doğru genişlemeye başladı. Öyle ki içeri küçücük bir farenin girmesi dahi imkânsızdı. Keskin Bakışlı ise odanın tam ortasındaki direğe dayanarak nöbet tutmaya koyuldu. Fakat bir süre sonra hepsi esnemeye başladı ve uykuya yenik düştüler. Bütün gece mışıl mışıl uyudular. Büyücü onları suya atsa haberleri olmayacaktı.

Sabah gün ışımaya başladığında ilk uyanan Prens olmuştu. Bir de ne görsün, Prenses ortalıkta yoktu! O an sanki bir bıçak saplandı kalbine. Hemen adamlarını uyandırıp ne yapabileceklerini sordu. “Üzülmeyin, efendim,” dedi Keskin Bakışlı. Pencereden dışarı dikkatlice baktı. "Onu görebiliyorum. Yüz kilometre ötede bir orman var, ormanın ortasında yaşlı bir meşe ağacı duruyor. Ağacın tepesinde ise bir meşe palamudu var. İşte o palamut sizin aradığınız kızdır." Uzun hemen Keskin Bakışlı’yı sırtına alıp uzadı. Tek adımda on kilometre ilerliyordu. Keskin Bakışlı ise ona rehberlik ediyordu.

Göz açıp kapayana dek geri dönmüşlerdi. Uzun, meşe palamudunu hemen Prens’e teslim etti ve şöyle dedi: “Efendim, bu meşe palamudunu yere atın.” Prens, Uzun’un dediği gibi palamudu yere bırakır bırakmaz güzel Prenses yanında belirdi.

Sonra tekrar kuleye gittiler. Güneş dağların ardından kendini gösterdiği esnada çift kanatlı kapılar büyük bir gürültüyle açıldı. Odaya giren Büyücü'nün yüzünde hain bir gülümseme vardı. Lakin Prenses’i odada görünce kaşlarını çatıp homurdandı. Bir de ne olsa beğenirsiniz! Belindeki demir halkalardan biri parçalanıp yere düştü. Sonra kızı elinden yakalayıp götürdü.



Yapacak hiçbir şey olmadığından Prens bütün günü kalede dolaşıp etraftaki muhteşem şeylere bakarak geçirdi. Sanki her yerde hayat durmuş gibiydi. Odaların birinde genç bir prens gördü. İki eliyle kılıcını kavramıştı. Belli ki delikanlı karşısındakini ikiye bölme niyetindeydi ama planladığı darbeyi indiremeden taşa dönmüştü.

Diğer odada yine taşa dönmüş bir şövalye vardı. Sanki korku içinde birinden kaçarken eşikte tökezlediği için yere doğru yönelmiş fakat düşmemişti. Bacanın hemen altında bir hizmetçi oturuyordu. Bir elinde bir parça kızarmış et vardı. Ama öteki eliyle aldığı lokmasını ağzına götüremeden donakalmıştı. Bunlar gibi daha nicelerinin taş kesilmiş olduğunu gördü. Büyücü “taş ol” dediği anda ne yapıyorlarsa, o halde donakalmışlardı. Yalnızca insanlar değil hayvanlar da Büyücü'nün lanetinden nasibini almıştı. Bir sürü güzel at, sahibi gibi taşa dönüşmüştü. Kalenin her yanı ıssızdı, sanki etrafa ölüm serpilmiş gibiydi. Ağaçlar yapraksız, çayırlar çimensizdi. Bir nehir vardı ama akmıyordu. Tek bir kuş sesi işitilmiyordu. Ne toprakta bir çiçek ne de suda bir balık vardı.

Prens'le arkadaşları sabah, öğlen ya da akşam herhangi bir yiyecek sıkıntısı çekmiyordu. Et yemekleri kendiliğinden masaya geliyor, kadehleri şarapla doluyordu. Akşam yemeğinden sonra kanatlı kapılar tekrar açılıyor ve Büyücü, Prenses’i elinden tutup getiriyordu. Prens’in onu gözünün önünden ayırmaması gerekiyordu. Gelgelelim, Prens ve arkadaşları var güçleriyle direnmelerine karşın her defasında uykuya yenik düşüyorlardı.

Prens yine bir sabah şafak sökerken uyandığında Prenses’in ortalıktan kaybolduğunu fark etti. Bunun üzerine Keskin Bakışlı’yı kolundan çekip “Hey, Keskin Bakışlı, uyan! Prenses nerede biliyor musun?” diye sordu. Keskin Bakışlı, gözlerini ovup dışarı baktıktan sonra “Evet, onu görebiliyorum. 200 mil ötedeki dağda bir kaya var. Kayanın üzerinde değerli bir taş duruyor, işte Prenses o taşa dönüşmüş. Uzun beni oraya götürebilirse kızı hemen getiririm!” dedi.

Uzun hemen onu sırtına alıp göklere kadar uzadı, yine her adımda yirmi mil katediyordu. Keskin Bakışlı, parlak gözlerini dağa çevirdiğinde dağ çökmeye başladı. Kayalık ise bin parçaya ayrıldı. Aradıkları değerli taş oracıkta pırıl pırıl parlıyordu. Hemen taşı alıp Prens’e götürdüler. Prens, kıymetli taşı yere atınca Prenses yanı başında bitiverdi. Büyücü akşam odaya girip kızı orada görünce öfkeden deliye döndü. Üstelik belindeki halkalardan biri daha kopmuştu. Yaşlı Büyücü homurdanıp Prenses’i odadan çıkardı.

O gün tıpkı bir önceki gün gibi geçti. Akşam yemeğinden sonra Büyücü, Prenses’i bir kez daha odaya getirdi. Prens’in suratına sert sert bakıyordu. Sonra küçümseyici bir tavırla şu sözleri söyledi: “Benimle aşık atabileceğini sanıyorsun ha? Kimin galip geleceğini göreceğiz bakalım!” Ardından odayı terk etti. Prens ve adamları, o gece uyumamakta kararlıydı. Hatta oturmayacaklardı bile. Bütün gece odada volta atacaklardı ama nafile! Yine büyülenmişlerdi. Yürüdükleri sırada birer birer uykuya daldılar. Bu arada Prenses ortadan kaybolmuştu.

Sabah Prens yine ilk uyanan kişiydi. Prenses’in odada olmadığını görünce Keskin Bakışlı’yı uyandırdı: “Hey! Uyan, Keskin Bakışlı! Prenses’i bulmamız gerek!” Keskin Bakışlı uzunca bir süre etrafa baktı. Nihayet, “Efendim,” dedi, “Prenses çok uzaklarda! Üç yüz mil ötede kara bir deniz var, bu denizin ortasında ve en dibinde bir deniz kabuğu, kabuğun üzerindeyse altın bir yüzük var. İşte Prenses o altın yüzüktür. Ama üzülmeyin! Onu bulup getireceğiz. Yalnız, bu sefer Uzun'la birlikte Geniş’in de gelmesi gerek, ona ihtiyacımız olacak.”

Uzun, bir omzuna Keskin Bakışlı’yı öteki omzunaysa Geniş’i alıp her adımda otuz mil aştı. Kısa sürede denize vardılar. Keskin Bakışlı, arayacakları yeri gösterdi. Uzun, iyice boyunu uzatmıştı ama denizin dibine ulaşamadı.

“Bekleyin, arkadaşlar! Birazcık bekleyin, size yardım edeceğim,” dedi Geniş. Ardından göbeğini var gücüyle gerdi. Sahile uzanıp deniz suyunu içmeye başladı. Çok geçmeden sular çekilmişti. Böylece Uzun kolayca dibe ulaşarak deniz kabuğunu aldı. İçindeki altın yüzüğü çıkardı ve arkadaşlarını omzuna alıp hızla yola koyuldu. Fakat Geniş’i taşımak epey zordu zira denizin yarısı hâlâ midesindeydi. Bu yüzden büyükçe bir vadiye geldiklerinde onu omzundan attı. Geniş, sanki yüksek bir kuleden fırlatılmış bir çuval gibi yere yuvarlanınca bütün vadi sular altında kaldı. Kocaman bir göl oluşmuştu ve Geniş, suyun içinden güçlükle çıkabilmişti.

Bu sırada Prens kalede endişeli bir bekleyiş içindeydi. Gün bitiyordu ama hizmetkârları hâlâ geri dönmemişti. Şafak sökerken kaygısı iyiden iyiye arttı. Alnından boncuk boncuk ter akıyordu. Kısa süre sonra güneş ince bir alev çizgisi halinde kendini gösterdi. İşte o anda kapılar ardına kadar açıldı. Eşikte bekleyen Büyücü odaya göz gezdirip Prenses’in orada olmadığını görünce iğrenç bir kahkaha atarak içeri girdi. Fakat tam o anda pencere paramparça olmuş, altın yüzük içeri atılmıştı. Yüzük yere düşünce Prenses ortaya çıktı! Kalede yaşananları ve efendisinin başının dertte olduğunu gören Keskin Bakışlı, Uzun’a durumu anlatmıştı. Uzun da tek adımla kaleye ulaşıp yüzüğü pencereden odaya fırlatmıştı. Öfkeden deliye dönen Büyücü, kaleyi titretene dek bağırmaya başladı. Sonunda belindeki üçüncü halka da kopuvermişti. Böylece kuzguna dönüşen Büyücü kırık pencereden uçup gitti.

Ancak o zaman güzel Prenses’in dili açılabildi. Onu kurtardığı için Prens’e teşekkür etti. Yüzü genç adamla konuşurken bir gül gibi kızarmıştı. Artık kalenin içi ve etrafı hayat bulmuştu. Odaların birinde elinde kılıcıyla donakalan Prens, nihayet canlanıp kılıcını havaya savurdu ve ardından kınına soktu. Kapı eşiğine yuvarlanan adam yere kapaklandı ama hemen ayağa kalkmayı başardı, sonra kırılmadığından emin olmak için burnunu kontrol etti. Bacanın altında otururken taş kesilmiş olan adam lokmasını ağzına götürüp yemeğini bitirdi. Böylelikle, herkes taşa dönmeden evvel yaptığı işi tamamladı. Ahırdan atların neşeli sesleri geliyordu, kalenin etrafındaki ağaçlar yine yeşermiş, çayırlar rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Tarlakuşları havada süzülüyor ve nehrin berrak suları balıklarla dolup taşıyordu. Her yerde hayat, her yerde neşe vardı.

Bu sırada Prens’in bulunduğu odada birkaç beyefendi toplanmıştı. Özgürlüklerine kavuşmalarını sağladığı için ona teşekkür ettiler. Fakat Prens, “Bana teşekkür etmenize gerek yok, zira sadık hizmetkârlarım Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı olmasa benim akıbetim de sizinkiyle aynı olacaktı,” dedi. Sonra zaman kaybetmeden babasının, yani ihtiyar Kral’ın yanına döndü. Hizmetkârları Uzun ve Keskin Bakışlı ile Prenses de yanındaydı. Yol üzerinde Geniş'le karşılaşınca onu da yanlarına aldılar.

İhtiyar Kral, oğlunun başarılı olduğunu görünce sevinçten ağlamaya başladı. O âna kadar oğlunu bir daha göremeyeceğinden emindi. Hiç düşünmeden krallığı oğluna verdi.

Genç çiftin evlenmesi için hazırlıklara başladılar. Büyük bir düğün yaptılar. Eğlenceler tam üç hafta sürdü. Prens’in özgürleştirdiği tüm soylu adamlar düğüne davetliydi.

Düğünden sonra Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı, iş aramak için dünyayı dolaşmak istediklerini söylediler. Genç Kral, yanında kalmaları için çok dil döktü. “Yaşadığınız sürece ne dilerseniz vereceğim size,” dedi. “Çalışmanıza gerek yok.” Ama aylaklıkla geçecek bir hayat onlara göre değildi. Bu yüzden Kral’a veda edip yola koyuldular. İşte o zamandan beri bir yerlerde dolanır dururlar.



Bu masalın “Alegoride Doğa Bilimi”ne mükemmel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Bu, doğadaki güçlerin mücadeleleri, zaferleri ve yenilgilerini gösteren bir “doğa miti”nden ibaret değil.

Bu masalı yorumlarken yalnızca araç olarak kullanılan kişilerle esas oyuncular arasında ayrım yapmalıyız. Kral’ın oğlu tek başına hiçbir şey yapmıyor. Bütün başarısını hizmetine aldığı üç adama borçlu. Bence Kral’ın oğlu, toprağı ekip biçmek isteyen insanı temsil ediyor fakat Prenses’in temsil ettiği toprak Büyücü'ye yani kuraklığa esir düşmüş.

Prenses yağmur mevsiminde ortaya çıkan doğa olayları yani gökkuşağı (Uzun), bulut (Geniş) ve şimşek (Keskin Bakış) tarafından kurtarılıyor. Bu üç olayın yardımıyla insan, toprağı ekmeyi başarıyor. Bu masal ancak düzenli olarak yağmur yağan bir ülkede ortaya çıkabilirdi.

Hindistan’da bitkilerin hızla iyileşmesi ve kurumuş ırmaklarda balıkların aniden ortaya çıkması meşhurdur. Uyuyan Güzel adlı ünlü masal da belli ki kaynağını kuraklığın esaretinden kurtulduktan sonra her şeyin birden canlandığına işaret eden eski bir mitten alıyor.

Prens'in güneş olduğunu düşünmek de mümkün. Bu durumda güneş, üç doğa olayının yardımını alana dek kuraklığın esir ettiği toprakla evlenemez.

Daha önce Prenses’i kurtarmaya çalışıp başaramayan kişiler yağmur mevsiminin hemen öncesinde görülen güneşli dönemlerdir. Ancak bu güneşler Uzun, Geniş ve Keskin Bakış’ın yardımını alamamıştır.

1.Rus. Masal. (e.n.)
2.Sözkonusu kitabın Türkçe çevirisi, Maya Kitap Dünya Masalları Dizisi'nin 3. kitabı olarak yayımlanmıştır.
3.Günümüzde Slovenya sınırları içerisinde yer alan bir bölge. (e.n.)