Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Küçük Prenses»

Şrift:

1
SARA

Londra sokaklarının yoğun ve ağır bir sarı sis altında olduğu, geceymiş gibi lambalar yakıldığı ve dükkân vitrinlerinin gaz lambalarıyla aydınlatıldığı karanlık bir kış günü, tuhaf görünüşlü küçük bir kız çocuğu, oldukça yavaş giden bir arabada babasıyla birlikte oturuyordu.

Kız iri gözlerindeki garip, ciddi bir ifadeyle pencereden dışarı bakıp, gelip geçen insanları izlerken bacaklarını altına toplamış ve kendisini kollarıyla saran babasına yaslanmıştı.

O kadar küçük bir kızdı ki, yüzünde böyle bir ifadeyi görenler şaşırıp kalırdı. On iki yaşındaki bir çocuk için bile fazlasıyla olgun sayılabilecek bir ifadeydi bu, hâlbuki Sara Crewe yalnızca yedi yaşındaydı. Aslında daima hayal kurup tuhaf şeyler düşünüyordu; yüzündeki ifadenin nedeni buydu. Yetişkinlerin hayatı ve ait oldukları dünya hakkında düşünmediği tek bir an bile yok gibiydi. Uzun, çok uzun yıllar yaşamış, görmüş geçirmiş biri gibi hissediyordu kendisini.

Tam şu anda, babası Yüzbaşı Crewe ile Bombay’dan henüz geldiği seyahati düşünüyordu: Büyük gemiyi, üzerinde sessizce oradan oraya dolaşan Hintli gemicileri, sıcak güvertede oynayan çocukları ve onu konuşturmaya çalışan, söylediği şeylere gülen genç subay eşlerini…

Aslında, Hindistan’ın yakıcı güneşinin altındayken kendisini birden önce okyanusun ortasında, ardından gündüzün gece kadar karanlık olduğu acayip sokaklardan geçen garip bir arabanın içinde buluvermenin ne kadar tuhaf bir şey olduğunu düşünüyordu. Bu, kafasını o kadar karıştırmıştı ki babasına iyice sokuldu.

“Babacığım!” dedi neredeyse fısıltı gibi çıkan kısık, gizemli ses. “Babacığım!”

“Efendim, hayatım?” diye sordu Yüzbaşı Crewe, onu iyice kendine çekip yüzüne bakarak. “Sara neler düşünüyormuş bakalım?”

“Burası o yer mi?” diye fısıldadı Sara, hâlâ ona sımsıkı sarılarak. “O yer mi?”

“Evet, Saracık, burası o yer. Sonunda vardık.”

Sara, yalnızca yedi yaşında olmasına rağmen, babasının bunu söylerken hüzünlendiğini hissetti.

Babasının onu, kendi deyişiyle “o yer”e alıştırmaya başladığı günün üstünden sanki yıllar geçmişti. Annesi o doğarken ölmüştü. Dolayısıyla onu ne tanımış ne de ona özlem duymuştu. Genç, yakışıklı, zengin ve şefkat dolu babası dünyadaki tek yakını gibi görünüyordu. Daima birlikte oyunlar oynuyorlardı ve birbirlerini çok seviyorlardı. Babasının zengin olduğunu biliyordu; kendilerini dinlemediğini düşünen insanlar onun yanında konuşurlarken duymuştu; ayrıca büyüyünce kendisinin de zengin olacağını işitmişti. Zengin olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyordu. Kendisini bildi bileli güzel, müstakil bir evde yaşıyordu ve etrafında onu selamlayan, ona “Bayan Sahip!” diye seslenen, bir dediğini iki etmeyen hizmetkârlar görmeye alışkındı. Oyuncakları, evcil hayvanları ve ona tapan Hintli bir bakıcısı vardı; zengin insanların tüm bunlara sahip olduğunu zamanla öğrenmişti. Zenginlik konusunda tüm bildiği işte bu kadardı.

Kısacık hayatında canını tek bir şey sıkmıştı; o da bir gün “o yer”e götürülecek olmasıydı. Hindistan’ın iklimi çocuklar için hiç uygun değildi, oradan mümkün olduğunca erken uzaklaştırılıyorlar, genellikle de İngiltere’ye okula gönderiliyorlardı. Başka çocukların da böyle gönderildiğine şahit olmuş, anne ve babalarının onlardan gelen mektuplar hakkında konuştuklarını duymuştu. Bir gün kendisinin de oraya gitmek zorunda kalacağını biliyor ve -bazen yapacakları seyahat ve gidecekleri yeni ülke hakkında anlattıkları ilgisini çekse de- babasının kendisi ile kalamayacak olmasını düşünmek keyfini kaçırıyordu.

“O yere benimle gelemez misin babacığım?” diye soruyordu beş yaşındayken. “Sen de okula gelsen olmaz mı? Sana derslerinde yardımcı olurdum.”

“Ama orada çok uzun süre kalmayacaksın ki Saracık.” diye cevaplıyordu babası her seferinde. “Başka bir sürü küçük kızın olduğu güzel bir eve gidecek, onlarla oyunlar oynayacaksın; ben de sana bir dünya kitap göndereceğim ve o kadar hızlı büyüyeceksin ki, yetişkin ve akıllı bir kız olarak babana bakmak için geri döndüğünde sana aradan sanki bir yıl geçmiş gibi gelecek.”

Bunu düşünmek Sara’nın hoşuna gidiyordu. Babası için eve göz kulak olmak, onunla ata binmek, o yemek daveti verdiğinde masanın başında oturmak, onunla konuşmak ve kitaplarını okumak… Dünyada en çok istediği şeyler bunlardı ve bunları elde etmek için İngiltere’deki “o yer”e gitmesi gerekiyorsa bunu yapmaya kararlı olmalıydı. Diğer küçük kızlar umurunda bile değildi; ama bolca kitabı olursa kendini oyalayabilirdi. Kitapları her şeyden daha çok seviyordu ve aslında kendisi de güzel şeyler hakkında hikâyeler uydurup bunları kendi kendine anlatırdı. Bunları bazen babasına da anlatırdı. Anlattıklarını babası da en az kendisi kadar severdi.

“Pekâlâ, babacığım!” dedi yumuşak bir sesle. “Mademki geldik, o hâlde tevekkül edeceğiz.”

Babası onun bu eski tarz ifadesi üzerine bir kahkaha patlattı ve onu öptü. Aslında kendisi tam olarak tevekkül etmiş değildi ama bu duygularını saklaması gerektiğini biliyordu. Türlü gariplikler yapan küçük kızı Sara onun için harika bir can yoldaşıydı; Hindistan’a dönüp evine girdiğinde onu karşılayacak beyaz elbiseli ufaklığı göremeyince kendisini çok yalnız hissedeceğini biliyordu. Araba gidecekleri evin bulunduğu büyük, kasvetli meydanı dönerken bu düşüncelerle onu sımsıkı kucakladı.

Aynı sıradaki diğer evler gibi büyük, kasvetli, kâgir bir yapıydı fakat bunun ön kapısında parlak, pirinç bir tabela vardı. Üzerinde siyah harflerle şu yazılıydı:

BAYAN MINCHIN
ÖZEL KIZ OKULU

“İşte geldik, Sara.” dedi Yüzbaşı Crewe, mümkün olduğunca neşeli bir sesle. Sonra onu arabadan indirdi ve birlikte merdivenleri çıkıp zile bastılar. Sara sonraları, evin de bir şekilde Bayan Minchin’e benzediğini düşünecekti sık sık. Ev saygın ve güzel döşenmişti fakat içindeki her şey çok çirkindi; hep aynı biçimdeki koltukların içinde sert kemikler vardı sanki. Salondaki her şey sert ve cilalıydı; köşedeki saatin üstündeki ayın kırmızı yanaklarında bile sert bir ifade vardı. İçeri alındıkları misafir odasının zemini, kare desenli bir halıyla kaplıydı; sandalyeler köşeliydi; hantal, mermer şömine rafının üstünde hantal, mermer bir saat duruyordu.

Sara sert maun sandalyelerden birine oturup etrafa hızlıca bir göz gezdirdi.

“Burası hiç hoşuma gitmedi babacığım.” dedi. “Ama eminim askerlerin -hatta en cesurlarının bile- savaşa gitmek HOŞLARINA GİTMİYORDUR.”

Yüzbaşı Crewe bir kahkaha patlattı. Genç, neşe dolu bir adamdı ve asla Sara’nın ilginç laflarından sıkılmazdı.

“Ah, Saracık!” dedi. “Yanımda bana böyle ağırbaşlı laflar edecek biri olmayınca ben ne yapacağım? Kimse senin kadar ağırbaşlı değil.”

“Ama neden ağırbaşlı laflar seni böyle güldürüyor ki?” diye sordu Sara.

“Çünkü böyle laflar ederken çok tatlı oluyorsun.” diye cevapladı babası daha da çok gülerek. Sonra birden gülmeyi bırakıp neredeyse gözlerinden yaşlar gelecekmiş gibi bakarak onu kollarının arasına aldı ve yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.

Tam o esnada Bayan Minchin odaya girdi. Aynı evi gibi görünüyor! diye düşündü Sara; uzun boylu, kasvetli, saygın ve çirkin. Kadının iri, soğuk, balık gibi bakan gözleri ve geniş, soğuk, balık gibi bir gülümsemesi vardı. Sara ve Yüzbaşı Crewe’u görünce gülümsemesi kulaklarına kadar yayıldı. Onun okulunu yüzbaşıya tavsiye eden kadından, bu genç asker hakkında birçok güzel şey işitmişti. Her şey bir yana, küçük kızı için yüklü miktarda para harcamaya hazır olan zengin bir baba olduğunu da duymuştu.

“Böylesine güzel ve gelecek vadeden bir çocuğun mesuliyetini yüklenmek büyük bir ayrıcalık Yüzbaşı Crewe.” dedi, Sara’nın elini tutup okşarken. “Leydi Meredith kızınızın sıra dışı zekâsından bahsetmişti. Zeki bir çocuk benimki gibi bir kurum için mükemmel bir hazine.”

Sara, gözlerini Bayan Minchin’in yüzüne sabitleyip sessizce durdu. Aklından her zamanki gibi tuhaf şeyler geçiyordu.

Neden benim güzel bir çocuk olduğumu söyledi? diye düşünüyordu. Hiç güzel değilim ki. Mesela Albay Grange’in küçük kızı Isobel güzel. Gamzeleri, gül gibi pembe yanakları ve altın gibi sarı saçları var. Benimse kısa siyah saçlarım ve yeşil gözlerim; ayrıca sıskayım ve hiç de alımlı değilim. Gördüğüm en çirkin çocuğum. Şimdiden masal anlatmaya başladı.

Fakat Sara çirkin bir çocuk olduğunu düşünürken yanılıyordu. Hiç de grubun en güzel kızı Isobel Grange gibi değildi ama kendine has bir büyüye sahipti. İnce, esnek bir yapısı vardı, yaşına göre oldukça uzundu ve küçük yüzü anlamlı ve çekiciydi. Saçları gür ve simsiyahtı, uçları dalgalıydı; gözleri yeşilimsi griydi, aynen öyleydi; uzun siyah kirpikli, kocaman, harika gözlerdi bunlar; gerçi kendisi pek sevmese de birçok insan gözlerinin rengine bayılıyordu. Yine de çirkin bir kız olduğuna körü körüne inanıyordu ve Bayan Minchin’in iltifatına azıcık bile sevinmemişti.

Bu kadının güzel olduğunu söylesem masal anlatıyor olurum! diye düşündü, ve masal anlattığımı da bilirdim. Bence ben de en az onun kadar çirkinim. Neden böyle bir şey dedi ki şimdi?

Bayan Minchin’i iyice tanıdıktan sonra neden böyle dediğini anladı. Okuluna çocuğunu getiren her anne ve babaya aynı şeyi söylüyordu.

Babası ve Bayan Minchin konuşurlarken Sara babasının yanında durup onları dinledi. Bu okula getirilmesinin sebebi, Leydi Meredith’in iki kızının burada eğitim görmesi ve Yüzbaşı Crewe’un Leydi Meredith’in deneyimlerine sonsuz saygı duymasıydı. Sara burada “özel yatılı öğrenci” olarak okuyacak ve diğer özel yatılı öğrencilerden daha fazla ayrıcalığa sahip bulunacaktı. Kendine ait güzel bir yatak odası ve oturma odası; bir midillisi, faytonu ve onun Hindistan’daki Hintli bakıcısının yerini alacak bir hizmetçisi olacaktı.

“Alacağı eğitimden hiç şüphem yok.” dedi Yüzbaşı Crewe şen kahkahasıyla. Bunu söylerken Sara’nın elini tutup onu okşuyordu. “Asıl sorun onun çok hızlı ve çok fazla öğrenmesini engellemek. O küçük burnu her zaman kitaplara gömülüdür. O kitapları okumaz, Bayan Minchin; sanki küçük bir kız değil de küçük bir kurtmuş gibi bütün kitapları yalayıp yutar. Daima yalayıp yutacak yeni kitaplar peşindedir ve yetişkin kitaplarını okumak ister; büyük, kalın, kocaman kitaplar… Yalnızca İngilizce değil, Fransızca ve Almanca kitaplar… Tarih kitapları, biyografiler, şiirler… Ne ararsanız! Okumaya fazlaca gömülürse onu kitaplarından uzaklaştırın. Patikada midillisine binsin veya dışarı çıkıp yeni bir oyuncak bebek alsın. Daha çok, bebeklerle oynayacak yaşta.”

“Babacığım!” dedi Sara. “İki günde bir gidip yeni bir bebek alırsam hangisine sevgi göstereceğimi şaşırırım. Oyuncak bebekler insanın dostu olmalıdır. Benim dostum Emily olacak.”

Yüzbaşı Crewe ile Bayan Minchin bakıştılar.

“Emily kim?” diye sordu Bayan Minchin.

“Anlatsana Sara.” dedi Yüzbaşı Crewe gülümseyerek.

Sara cevap verirken yeşil-gri gözleri ağırbaşlı ve yumuşaktı.

“Emily henüz sahip olmadığım bir bebek.” dedi. “Onu babam benim için alacak. Beraber gidip onu bulacağız. Emily diyorum ona. Babam yokken bana o arkadaşlık edecek. Bana babamdan bahsedecek.”

Bayan Minchin’in geniş, balık gibi gülümsemesi gurur okşayıcı bir hâle büründü.

“Ne kadar şahsına münhasır bir kız!” dedi. “Ne kadar da sevimli bir şey!”

“Evet.” dedi Yüzbaşı Crewe, Sara’yı kendine iyice çekerek. “O çok sevimli bir şey. Benim için ona çok iyi bakın, Bayan Minchin.”

Sara babası Hindistan’a gitmek için yeniden denize açılana kadar onunla birlikte birkaç gün otelde kaldı. Birlikte dışarı çıkıp büyük mağazaları gezdiler ve bir sürü güzel şey aldılar. Aslında bunlar, Sara’nın ihtiyacından çok daha fazlasıydı; ama Yüzbaşı Crewe tez canlı, saf, genç bir adamdı ve küçük kızının, beğendiği her şeye hemen sahip olmasını istiyordu, böylece yedi yaşındaki bir kıza göre çok büyük bir gardırop dizdiler. Pahalı kürklerle bezenmiş kadife elbiseler; dantelli, nakışlı giysiler; harika yumuşak devekuşu tüyünden şapkalar; kakım kürkünden mantolar ve manşonlar; çeşit çeşit malzemelerden kutularca minik eldivenler, mendiller ve ipek çoraplar aldılar. Tezgâhların arkasındaki kadınlar birbirleriyle kocaman, ciddi bakan gözleri olan bu tuhaf kızın yabancı bir prenses, belki de Hintli bir racanın küçük kızı olduğu hakkında fısıldaştılar.

Sonunda Emily’yi buldular fakat onu bulana kadar onlarca oyuncakçıya girip düzinelerce oyuncak bebeğe baktılar.

“Gerçekten bir oyuncak gibi görünmesini istemiyorum.” dedi Sara. “Onunla konuştuğumda beni DİNLİYORMUŞ gibi görünsün istiyorum. Oyuncak bebeklerdeki sıkıntı, babacığım…” Başını yana çevirdi ve söylediğini canlandırdı. “oyuncak bebeklerdeki sıkıntı DUYMUYORMUŞ gibi görünmeleri.” Böyle konuşarak büyük ve küçük bebeklere, kara gözlü ve mavi gözlü bebeklere, kahverengi lüleli ve altın örgülü bebeklere, elbiseli ve elbisesiz bebeklere baktılar.

“Görüyorsun ya.” dedi Sara elbiseli olmayan bir bebeği incelerken. “Onu bulduğumda üzerinde elbisesi yoksa onu terziye götürüp üstüne bir şeyler diktirebiliriz. Ölçüsü alınırsa elbiseler üstüne daha iyi oturur.”

Birkaç hayal kırıklığından sonra araba onları takip ederken, mağaza vitrinlerine bakarak yürümeye karar verdiler. İçeri dahi girmeden iki üç mağazanın önünden geçip pek de büyük olmayan bir dükkâna yaklaştılar ve Sara birdenbire irkilerek babasının koluna yapıştı.

“Ah, babacığım!” diye haykırdı. “İşte Emily!”

Yüzü al al oldu, yeşil-gri gözlerinde yakından tanıdığı ve sevdiği birini görmüş gibi bir ifade belirdi.

“Bizi gerçekten de oturmuş bekliyor!” dedi. “Hadi yanına gidelim.”

“Olur şey değil!” dedi Yüzbaşı Crewe. “Sanki önce biri bizi onunla tanıştırmalı.”

“Sen beni tanıştırırsın, ben de seni.” dedi Sara. “Ama onu görür görmez tanıdım, belki o da beni tanımıştır.”

Belki de bebek, onu tanıyordu. Sara onu kucağına aldığında gözlerinde kesinlikle zeki bir ifade vardı. Kocaman bir bebekti ama taşınamayacağı kadar da büyük değildi; bukleli, altın-kahverengi saçları pelerin gibi omuzlarından aşağı dökülüyordu ve kirpikleri kalemle çizilmemişti; yumuşak, yoğun ve gerçek kirpikli gözleri, derin, pırıl pırıl ve gri-maviydi.

“Şüphesiz…” dedi Sara onu dizlerinin üstünde tutarken. “Şüphesiz babacığım, bu Emily.”

Böylece Emily’yi satın alıp onu çocuk elbisesi satan bir mağazaya götürerek Sara’nınki kadar büyük bir gardırop dizmek için ölçülerini aldırlar. Onun da dantel, kadife ve muslin elbiseleri, şapkaları ve mantoları, güzel dantelli iç çamaşırları, eldivenleri, mendilleri ve kürkleri oldu.

“İyi bir anneye sahip bir çocukmuş gibi görünmesini istiyorum.” dedi Sara. “Ben onun annesiyim, gerçi aynı zamanda onunla iki iyi arkadaş olacağız.”

Onunla alışveriş yapmak Yüzbaşı Crewe’un son derece hoşuna gitse de yüreğine hüzünlü bir düşünce gelip oturmuştu. Tüm bunlar biricik, küçük, tuhaf yol arkadaşından ayrılacağı anlamına geliyordu.

Gece yarısı yatağından kalkıp Emily’yi kollarının arasına almış uyuyan Sara’ya bakmaya gitti. Siyah saçları yastığa yayılmış, Emily’nin altın-kahverengi saçlarına karışmıştı. İkisinin de üstünde dantel fırfırlı gecelik vardı ve ikisinin de uzun kirpikleri yanaklarına uzanıyordu. Emily gerçek bir çocuğa o kadar benziyordu ki Yüzbaşı Crewe onun orada olmasından memnuniyet duydu. Derin bir nefes aldı ve genç bir erkek gibi bıyıklarını burdu.

“Ah Saracık!” dedi kendi kendine. “Babacığının seni ne kadar özleyeceğini tahmin bile edemezsin.”

Ertesi gün Sara’yı Bayan Minchin’in okuluna bıraktı. Sonraki sabah denize açılması gerekiyordu. Bayan Minchin’e avukatları Bay Barrow ve Bay Skipworth’un kendisinin İngiltere’deki işleriyle ilgileneceğini, talep ettiği her türlü yardımda bulunacaklarını ve Sara’nın harcamaları için gönderdiği faturaları ödeyeceklerini söyledi. Sara’ya haftada iki defa yazacaktı ve onun dilediği her şey yerine getirilecekti.

“O çok hassas bir şeydir ve asla kendisine verilmesi güvenli olmayan şeyleri asla talep etmez.” dedi.

Sonra Sara ile birlikte onun küçük oturma odasına gittiler ve vedalaştılar. Sara, babasının dizlerine oturdu ve mantosunun yakalarını küçük elleriyle tutup gözlerinin içine uzun uzun, dikkatle baktı.

“Yüzümü mü ezberliyorsun Saracık?” diye sordu babası saçlarını okşayarak.

Sara “Hayır.” diye cevapladı. “Seni ezbere biliyorum. Sen kalbimin en derinindesin.” Sonra kollarını birbirlerine doladılar ve hiç ayrılmayacaklarmış gibi birbirlerini öptüler.

Odasının zemininde, elleri çenesinin altında birleştirilmiş bir hâlde oturan Sara, kapının önünden uzaklaşan arabayı köşeyi dönene kadar gözleriyle takip etti. Emily de yanında oturuyor ve o da arabayı izliyordu. Bayan Minchin kıza bakması için kardeşi Bayan Amelia’yı gönderdi fakat o, kapıyı açmadı.

“Kapıyı kilitledim.” dedi içeriden gelen tuhaf, kibar ve ince ses. “İzninizle bir süre yalnız kalmak istiyorum.”

Bayan Amelia şişman ve tıknaz bir kadındı ve ablasından çok çekinirdi. İki kardeşten iyi huylu olanı kendisiydi; fakat asla Bayan Minchin’in sözünden dışarı çıkmazdı. Yeniden aşağı indi, paniğe kapılmış gibiydi.

“Böylesi tuhaf, antika bir kız görmedim ablacığım.” dedi. “Kendini içeri kilitlemiş ve çıtını çıkarmıyor.”

“Bazıları gibi tepinip, bağırıp çağırmasından iyidir.” diye cevapladı Bayan Minchin. “Onun kadar şımartılmış bir çocuğun ortalığı ayağa kaldırmasını beklerdim. İstediği önünde istemediği arkasında imiş.”

“Bavullarını açıp eşyalarını yerleştirdim.” dedi Bayan Amelia. “Hayatımda böyle eşyalar görmedim; samur ve kakım kürklü mantolar, gerçek Valenciennes dantelli iç çamaşırları… Elbiselerinden bazılarını sen de gördün. SENCE nasıllar?”

“Bence alayı rezalet.” diye cevapladı Bayan Minchin sert bir ifadeyle. “Ama öğrencileri pazar günü kiliseye götürdüğümüzde sıranın başında harika görünecek. Kıza prensesler gibi itina gösterilmiş.”

Bu sırada kilitli odada Sara ve Emily yerde oturmuş arabanın kaybolduğu köşeye bakarlarken Yüzbaşı Crewe kendini tutamayıp arkasına dönmüş, ona öpücükler yollayarak el sallıyordu.

2
FRANSIZCA DERSİ

Sara ertesi sabah sınıfa girince herkes ona kocaman açılmış, meraklı gözlerle baktı. On üç yaşında olmasına rağmen kendini yetişkin gibi hisseden Lavinia Herbert’tan, henüz dört yaşında ve okulun en küçüğü olan Lottie Legh’e kadar herkes onun hakkında bir sürü şey duymuştu. Hepsi de Bayan Minchin’in, gözde öğrencisi olarak onunla hava atacağını ve onu okulun itibar kaynağı olarak gördüğünü biliyordu. Birkaçı onun geçen gece gelen Fransız hizmetçisi Mariette’i görmüştü. Lavinia, Sara’nın kapısı aralıkken odasının önünden geçmiş ve Mariette’i mağazanın birinden geç gelen bir paketi açtığına şahit olmuştu.

“İçi fırfırlı jüponlarla doluydu, fırfırlar, fırfırlar…” diye fısıldadı arkadaşı Jessie’ye coğrafya kitabının üstüne eğilerek. “Onları silkelerken gördüm. Bayan Minchin’in, Bayan Amelia’ya kızın kıyafetlerinin bir çocuk için fazla gösterişli olduğundan gülünç durduklarını söylediğini duydum. Annem çocukların sade giyinmeleri gerektiğini söyler. İçinde o jüponlardan biri var. Otururken gördüm.”

“İpekli çorap giymiş!” diye fısıldadı Jessie, o da coğrafya kitabının üstüne eğilerek. “Şu ayakların küçüklüğüne bak! Hiç bu kadar minik ayaklar görmedim.”


“Ah.” diye burnunu çekti Lavinia fesatça. “Ayakkabılarından dolayı öyle görünüyor. Annem hünerli bir ayakkabıcının koca ayakları bile ufak gösterebileceğini söyler. Bence hiç de o kadar güzel bir kız değil. Gözlerinin rengi bir acayip.”

“Alışkın olduğumuz bir güzellikte değil.” dedi Jessie, sınıfta şöyle bir göz gezdirerek. “Fakat kendine tekrar tekrar baktırıyor. Kirpikleri fazla uzun ve gözleri yeşil gibi.”

Sara sessizce sırasında oturuyor, ne yapacağının söylenmesini bekliyordu. Bayan Minchin’in masasının yanına oturtulmuştu. Kendisini izleyen bir dizi gözden hiç de sıkılmışa benzemiyordu. Bu durum ilgisini çektiği için o da kendisini izleyen çocuklara sessizce baktı. Onların neler düşündüğünü, Bayan Minchin’i sevip sevmediklerini, derslerine çalışıp çalışmadıklarını, herhangi birinin kendisininki gibi bir babaya sahip olup olmadığını merak etti. Emily ile o sabah Sara’nın babası hakkında uzun bir konuşma yapmışlardı.

“O şimdi denizde, Emily.” demişti. “İkimiz çok iyi dost olmalı ve birbirimize her şeyimizi anlatmalıyız. Emily, bana bak. Sen gördüğüm en güzel gözlere sahipsin, ama keşke konuşabilseydin.”

Sara hayal gücü kuvvetli, aklından sürekli acayip fikirler geçen bir kızdı; hayallerinden biri Emily’nin canlı olduğu, kendisini gerçekten duyup anladığıydı; hatta bunu düşünüp sanki öyleymiş gibi davranmak bile keyfini yerine getiriyordu. Mariette ona koyu mavi okul önlüğünü giydirip saçlarını koyu mavi kurdeleyle bağladıktan sonra, kendisine ait bir koltukta oturan Emily’nin yanına gidip eline bir kitap verdi.

“Ben aşağıdayken bunu okuyabilirsin.” dedi ve Mariette’in kendisine meraklı gözlerle baktığını görünce yüz ifadesi ciddileşti.

“Bence oyuncak bebekler, bizim bilmemizi istemedikleri şeyleri yapabilirler.” dedi Sara. “Belki de Emily gerçekten okuyabiliyor, konuşabiliyor, yürüyebiliyordur ama bunları odada insanlar yokken yapıyordur. Bu onun sırrı. Anlarsınız ya, eğer insanlar bebeklerin neler yapabildiklerini bilselerdi, onları çalıştırırlardı. Yani, belki de birbirlerine bunu bir sır olarak saklamaya söz vermişlerdir. Odada durursanız, Emily öylece oturup bakacaktır; ama dışarı çıkarsanız okumaya başlar, belki de pencereye gidip dışarıyı seyreder. Sonra birinin geldiğini duyarsa geri koşup koltuğuna atlar ve hep orada oturuyormuş gibi rol yapar.”

Comme elle est drole!” dedi Mariette kendi kendine ve aşağı inince başhizmetçiye bundan bahsetti. Ama zeki, ufak yüzlü ve terbiyeli bu tuhaf, küçük kızı şimdiden sevmeye başlamıştı. Daha önce bakımını üstelendiği çocuklar onun kadar kibar değildi. Sara usluydu ve son derece tatlı, kibar ve minnettar bir şekilde, “Rica ederim, Mariette.”, “Teşekkür ederim, Mariette.” diyordu. Başhizmetçiye kızın tam bir hanımefendi gibi teşekkür ettiğini anlattı.

Elle a l’air d’une princesse, cette petite.” dedi Mariette. Küçük hanımefendisinden de kaldığı yerden de çok memnundu.

Sara sınıftaki öğrencilerin bakışları altında sırasında birkaç dakika oturduktan sonra, Bayan Minchin vakur bir edayla masasına vurdu.

“Genç bayanlar!” dedi. “Size yeni arkadaşınızı takdim edeyim.” Küçük kızların hepsi ayağa kalktı, Sara da. “Hepinizin Bayan Crewe ile iyi anlaşacağını umuyorum; buraya uzaklardan, daha doğrusu Hindistan’dan geldi. Dersler biter bitmez kendisiyle tek tek tanışmalısınız.”

Öğrenciler resmî bir şekilde eğilerek Sara’yı selamladılar, Sara da hafifçe reverans yaptı ve yerlerine oturunca yeniden bakışmaya başladılar.

“Sara!” dedi Bayan Minchin sınıf öğretmeni havasıyla. “Yanıma gel.”

Masasından bir kitap almış, yapraklarını çeviriyordu. Sara kibarca yanına gitti.

“Baban senin için Fransız bir hizmetçi tuttuğu için…” diye başladı, “Fransızcaya özen göstermeni istediği sonucuna vardım.”

Sara biraz afalladı.

“Onun tutmasının sebebi…” dedi, “benim… benim onu seveceğimi düşünmesi, Bayan Minchin.”

“Korkarım ki…” dedi Bayan Minchin, hafif ekşi bir gülümsemeyle, “sen çok şımartılmış küçük bir kızsın ve her şeyin sen seviyorsun diye yapıldığını hayal ediyorsun. Bana kalırsa baban Fransızca öğrenmeni istiyor.”

Sara’nın yaşı daha büyük olsaydı veya insanlara kibar davranmak konusunda bu kadar titiz davranmasaydı kendini birkaç kelimeyle ifade edebilirdi. Fakat bu durumda, yüzünün kızarmaya başladığını hissetti. Bayan Minchin sert ve baskıcı bir kadındı, Sara’nın Fransızcadan bihaber olduğundan kesinlikle emindi, bu yüzden aksini iddia etmenin kabalık olacağını hissetmişti. İşin aslı, Sara kendisini bildi bileli Fransızca biliyordu. Bebekliğinden beri babası onunla Fransızca konuşurdu. Annesi Fransız’dı ve Yüzbaşı Crewe onun dilini çok sevdiği için Sara bu dili sürekli duymuş ve Fransızcayı bellemişti.

“Ben… ben hiç Fransızca öğrenmedim, ama… ama…” diye başladı Sara, utana sıkıla kendini ifade etmeye çalışarak.

Bayan Minchin’in keyfini kaçıran en büyük sırlarından biri, kendisinin Fransızca bilmemesiydi ve bu rahatsız edici gerçeği saklamak istiyordu. Bu yüzden, konuyu daha fazla uzatıp kendini yeni gelen küçük öğrencinin masum sorgulamalarına maruz bırakamazdı.

“Bu kadar yeter!” dedi kibar bir sertlikle. “Bugüne kadar öğrenmediysen derhâl başlamalısın. Fransızca öğretmenimiz Mösyö Dufarge birazdan burada olur. O gelene kadar şu kitaba bir göz gezdir.”

Sara’nın yanakları alev alev oldu. Yerine geçip kitabı açtı. Ciddi bir ifadeyle ilk sayfayı inceledi. Gülümsemenin kaba kaçacağını biliyordu ve asla kabalaşmak istemiyordu. Fakat kendisinden “le pere” kelimesinin “baba” ve “la mere” kelimesinin “anne” demek olduğunu öğreten bir kitabı okumasının beklenmesi ona çok tuhaf geldi.

Bayan Minchin ona soran gözlerle baktı.

“Şaşırmış görünüyorsun Sara.” dedi. “Fransızca öğrenme fikrinden hoşlanmamana üzüldüm.”

“Fransızcayı çok severim.” diye cevapladı Sara, durumu yeniden toparlamaya çalışarak. “Fakat…”

“Sana yapılması söylenen şeylerle ilgili konuşurken ‘fakat’ kelimesini kullanamazsın!” dedi Bayan Minchin. “Sen kitabına bakmaya devam et!”

Sara söyleneni yaptı ve gülümsemedi; hatta “le fils” kelimesinin “oğul” ve “le frere” kelimesinin “erkek kardeş” anlamına geldiğini görünce bile gülümsemedi.

“Mösyö Dufarge gelince derdimi anlatabilirim.” diye düşündü.

Kısa bir süre sonra Mösyö Dufarge geldi. Çok hoş, zeki, orta yaşlı bir Fransız’dı; elindeki kelime kitabına odaklanmış gibi görünmeye çalışan Sara’yı görünce kız, ilgisini çekti.

“Bu benim yeni öğrencim mi madam?” dedi Bayan Minchin’e. “Umarım şansım yaver gider.”

“Babası -Yüzbaşı Crewe- Fransızca öğrenmesini çok istiyor. Fakat korkarım ki kızın bu dile karşı çocukça bir ön yargısı var. Öğrenmeye niyeti yok gibi.” dedi Bayan Minchin.

Mösyö Dufarge “Buna çok üzüldüm matmazel.” dedi Sara’ya kibarca. “Belki de birlikte çalışmaya başlayınca sana bunun çok çekici bir dil olduğunu gösterebilirim.”

Küçük Sara ayağa kalktı. Sanki bir yüz karasıymış gibi kendini çok çaresiz hissetmeye başladı. Mösyö Dufarge’ın yüzüne, kocaman yeşil-gri gözleriyle, masumane bir şekilde yalvarırcasına baktı. Onunla konuşur konuşmaz kendisini anlayacağını biliyordu. Durumu tatlı ve akıcı bir Fransızcayla basitçe anlatmaya başladı. Madam kendisini anlamamıştı. Fransızcayı kitaplardan değil, onunla sürekli Fransızca konuşan babasından ve diğer insanlardan öğrenmişti. Bu yüzden Fransızcayı da İngilizce okuyup yazabildiği kadar okuyup yazabiliyordu. Babası Fransızcayı sevdiği için o da seviyordu. O doğduğunda ölen sevgili anneciği Fransız’dı. Mösyönün kendisine öğreteceği her şeyi seve seve öğrenirdi; madama anlatmaya çalıştığı şey, bu kitapta yazan kelimeleri zaten bildiğiydi. Bunu söylerken küçük kelime kitabını kaldırıp gösterdi.

Sara konuşmaya başlayınca Bayan Minchin fena hâlde afalladı ve gözlüklerinin üzerinden, âdeta kızgın bir hâlde, o konuşmasını bitirene kadar, gözlerini ona dikti. Mösyö Dufarge memnuniyetten gülümsemeye başladı. Sara’nın tatlı, çocuk sesiyle kendi dilini bu kadar sade ve etkileyici konuşuyor olması ona kendini -Londra’nın karanlık, sisli günlerinde bazen dünyalar kadar uzakmış gibi gelen-memleketinde gibi hissettirdi. Sara konuşmasını bitirince mösyö sevgi dolu bir bakışla elinden kelime kitabını aldı. Bayan Minchin’e döndü.

“Ah, madam!” dedi. “Ona öğretebileceğim pek bir şey yok. O Fransızcayı ÖĞRENMEMİŞ, o zaten Fransız. Müthiş bir aksanı var.”

“Bana söylemeliydin!” diye çıkıştı Bayan Minchin bozulmuş bir hâlde Sara’ya dönerek.

“Ben… ben…” dedi Sara, “sanırım anlatmaya doğru yerden başlamadım.”

Bayan Minchin onun anlatmaya çalıştığını ve anlatmasına müsaade edilmemesinin onun hatası olmadığını biliyordu. Diğer öğrencilerin onları dinlediklerini, Lavinia ve Jessie’nin Fransızca dil bilgisi kitaplarının arkasından kikirdeştiklerini fark edince küplere bindi.

“Sessizlik, küçük hanımlar!” dedi sertçe, masaya vurarak. “Hemen susun!”

O andan itibaren gözde öğrencisine kin beslemeye başladı.

4,33 ₼