Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Cennetin bu yakası»

Şrift:
 
“… Cennetin bu yakasında…
Huzur yoktur aklı başında olanlara.”
 
Rupert Brooke


“Tecrübe, birçok insanın hatalarına verdiği addır.”

Oscar Wilde

Sigourney Fay’e


Francis Scott Key Fitzgerald (24 Eylül 1896 – 21 Aralık 1940), Amerikalı bir romancı ve öykü yazarıdır. Caz Çağı’nı anlattığı eserleri yaşadığı dönemde pek ilgi görmemişse de, Fitzgerald günümüzde 20. yüzyılın en büyük Amerikalı yazarlarından biri kabul edilir.

Fitzgerald yaşadığı dönemde toplam 4 roman yazmıştır: This Side of Paradise (Cennetin Bu Yakası), The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby), Tender is the Night (Sevecendir Gece) ve The Beautiful and the Damned. Yazmayı bitiremediği romanı The Last Tycoon ise ölümünün ardından yayımlanmıştır. Fitzgerald’ın aynı zamanda 4 öykü kitabı da bulunmaktadır ve yaşadığı süre boyunca gazete ve dergilerde 150’den fazla öyküsünün yayımlandığı bilinmektedir.


F. Scott Fitzgerald, 1896 yılında Minnesota’da üst-orta sınıfa mensup bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğunun ilk yıllarını New York ve Batı Virginia’da geçirdi. Ailesinin Katolik olması nedeniyle bir süre Katolik okullarına devam etti. Princeton Üniversitesi’ne girmesinin ardından zamanının önemli bir bölümünü yazmaya ayırmaya başladı. Burada geleceğin yazarları ve edebiyat eleştirmenleriyle arkadaşlık kurdu. Yazıları Triangle, Nassau Lit ve Princeton Tiger’da yayımlandı.

İlk romanı Cennetin Bu Yakası, yayıncının kitapta gördüğü eksiklikler ve savaş döneminin yarattığı maddi sıkıntılar sebebiyle basılamadı.

Alabama’da Zelda Sayre ile tanışması ve ona âşık olması, Fitzgerald’ın hayatında önemli bir dönüm noktası oldu. Zelda’yı evlenmeye ikna etti; ancak nişandan kısa bir süre sonra Zelda bu evlilikten vazgeçti. Sayre ailesi Fitzgerald’ın gelirinin ikisini geçindirmeye yetmeyeceğini düşünüyordu ve bu da ayrılmalarına sebep oldu.

Fitzgerald çalışmakta olduğu reklam şirketinden ayrıldı, ailesinin evine döndü. Burada Cennetin Bu Yakası’nın eksik taraflarını düzeltti ve kitabı yayıncıya kabul ettirmeyi başardı. Okurlar tarafından yoğun bir ilgiyle karşılanan Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın edebiyat kariyeri için muhteşem bir başlangıç oldu ve Sayre ailesinin fikir değiştirmesini sağladı. Kitabın yayımlanmasının hemen ardından evlendiler; 1921’de ilk ve tek çocukları dünyaya geldi.



1920’lerde sık sık Paris’e gidip gelen Fitzgerald gördüklerinden çok etkilendi. Burada yaşayan Amerikalı edebiyatçılarla arkadaş oldu. Bu arkadaşlarının en önemlilerinden biri, Amerikan edebiyatının önde gelen yazarlarından Ernest Hemingway’di. Ne var ki Hemingway, Zelda’yla hiç iyi anlaşamıyordu; çünkü ona göre Zelda, kocasının çok içmesine ve yazamamasına sebep oluyordu.

Genç çift tamamen eğlence odaklı bir hayat sürüyor, bu da maddi açıdan yaşadıkları zorlukların devam etmesine yol açıyordu. Sürekli hasta olan Zelda’ya en sonunda şizofreni tanısı konmasıyla birlikte, yaşadıkları zorluklar biraz daha arttı. Bu dönemlerde kaleme aldığı ve otobiyografik nitelikler taşıyan Muhteşem Gatsby ve Sevecendir Gece ne okurlar ne de eleştirmenler tarafından sevildi. Tüm bunların etkisiyle Fitzgerald zor günler geçirmeye başladı. Sık sık hastaneye yatırılıyordu; sürekli içiyordu ve kendine bakamaz haldeydi.

1930’lu yılların sonlarında iki kez kalp krizi geçiren Fitzgerald, 1940’ta, 44 yaşındayken yine kalp krizi sebebiyle yaşama veda etti. Zelda ise 1948’de, kaldığı akıl hastanesinde çıkan bir yangında yaşamını yitirdi.

Fitzgerald’ın yaşadığı dönemde ilgi çekmeyen ve pek beğenilmeyen Muhteşem Gatsby, ilerleyen yıllarda büyük bir ilgi görmeye başladı. Fitzgerald’ın başyapıtı, aynı zamanda 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının başyapıtlarından biri haline gelmişti; pek çok dile çevrildi, çok satan kitaplar listelerinden hiç düşmedi, okullarda okutuldu ve satışı milyonları buldu.

Fitzgerald, I. Dünya Savaşı’nın etkisi altındaki Amerikalıları ve Caz Çağı insanlarının ruh halini konu edindiği gerçekçi romanlarıyla dönemin en parlak yazarlarından biri olmuştur ve günümüzde de büyük bir ilgiyle okunmaya devam etmektedir.

F. Scott Fitzgerald, 1917’de ilk romanı üzerinde çalışmaya başladığında henüz 21 yaşındaydı; Princeton Üniversitesi’ndeki pek de parlak olmayan öğrenimini tamamlamış ve orduya yazılmıştı. 23 yaşındayken yayımladığı Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın çağının en önemli yazarlarından biri olma yolunda attığı ilk adımdı.

Fitzgerald, hayranı olduğu şairler Rupert Brooke ve Algernon Swinburne’den aldığı ilhamla önceleri bir şiir kitabı yazmayı düşünüyordu. Ancak daha sonra şiir ve düzyazıyı bir araya getirdiği bir roman yazmaya karar verdi ve bu romanda sevdiği şairlere de bolca yer verdi.

Zorlu askerlik görevi sırasında bulabildiği tüm boş vakitleri yazarak geçiren Fitzgerald, üç ay boyunca tüm hafta sonlarında hiç ara vermeden yazdığını ve kitabın ilk bölümü olan “Romantik Egoist”i tamamladığını söylemişti. Fitzgerald’ın akıl hocası Sigourney Fay’in tanıdığı bir yazar, kitabı dönemin önemli yayıncılarından Scribner’s’a ulaştırmış ve onlar da yayımlamaya karar vermişlerdi. Edith Wharton, Henry James ve J.M. Barrie gibi ünlü yazarların da yayıncısı olan Scribner’s, bu genç yazarı, Amerikan gençliğinin o dönemki ruh hallerini anlatma konusunda çok başarılı bulmuştu. Yayıncıya göre bu roman, iyi bir edebiyat eseriydi ve yazar öldüğünde maddi açıdan da değerli olacaktı.

Bir süre sonra yayınevi, savaş zamanı baskı maliyetlerinin artmasını ve yayımlanmayı bekleyen çok fazla kitaplarının olmasını bahane ederek bu kitabı yayımlamaktan vazgeçti. Hikâyede eksiklikler görmeleri de fikir değiştirmelerinin bir diğer sebebiydi. Önerecekleri değişikliklerin yapılması halinde kitabı yayımlayabileceklerini söylediler ve Fitzgerald 1 ay gibi kısa bir sürede istedikleri tüm değişiklikleri yaptı. Ancak kitap bir kez daha reddedildi.

Aynı tarihlerde Fitzgerald, yaşadıkları çevrede tanınan bir ailenin kızı olan Zelda Sayre ile tanıştı ve kısa sürede birbirlerinden hoşlanmaya başladılar. Nişanlarının ardından Fitzgerald New York’a taşındı; orada gündüzleri bir reklam ajansında çalıştı, geceleriniyse hikâyeler yazarak geçirdi. Geliri çok düşüktü ve hikâyelerinin hiçbirini yayımlatmayı başaramamıştı. Bu durum Zelda ve ailesinin nişanı bozma kararı vermesine yol açtı.

Zelda’yı geri kazanmak için romanını yeniden düzeltip yayımlatmayı kafasına koyan Fitzgerald, işini bıraktı ve ailesinin evine geri döndü. 2 ay boyunca romanı üzerinde çalıştı; geçmişte yazmış olduğu şiirler ve düzyazılardan bazılarını, kendisinin yazdığı ve ona yazılmış mektuplardan bölümleri romanına ekledi. Romanı bir an önce tamamlamak için acele ediyordu; çünkü hem maddi açıdan hem de duygusal açıdan bu romanın tamamlanması onun için çok büyük önem taşıyordu.

Değişiklikleri bitirdiğinde kitabı daha önceden reddeden yayıncıya gönderdi ve çok kısa sürede cevap aldı. Romanı yayımlamaya karar vermişlerdi. Fitzgerald bunun üzerine daha önce yayımlatmayı başaramadığı hikâyelerini de düzenlemeye ve geliştirmeye karar verdi. Bu hikâyelerin pek çoğu dönemin önde gelen gazete ve dergilerinde yayımlandı.

Kitabın ve hikâyelerin yayımlanmasından kazandığı para sayesinde Zelda’yı ve ailesini yeniden nişanlanma konusunda ikna etti. Cennetin Bu Yakası’nın yayımlanmasını izleyen haftada, 3 Nisan 1920’de evlendiler.



Hakkında yazılan değerlendirmeler ve yapılan reklamların etkisiyle Cennetin Bu Yakası’nın 3000 adetlik ilk baskısı 3 günde tükendi. Aynı yıl içinde 8 baskı daha yapıldı. Bir sonraki yılın sonuna gelindiğindeyse satış adedi 50.000’i bulmuştu. Fitzgerald’ın yaşadığı süre zarfında en fazla satılan kitabı bu oldu. Yazarın 1940 yılında ölmesine kadar Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby) yaklaşık 25.000, Sevecendir Gece (Tender is the Night) ise yaklaşık 15.000 kopya satmıştı.

Cennetin Bu Yakası, yazarın başyapıtı sayılmasa bile Amerika’daki üniversite gençliğini anlatan ilk gerçekçi roman ve Amerikan gençliğinin 20’li yıllardaki uyanışını anlatan ilk roman olmasıyla öne çıkar. Fitzgerald’ın bu romanıyla, benzer temalar barındıran pek çok romanın yayımlanmasının yolunu açtığı söylenebilir. Öte yandan savaşı anlatmasa da bu kitap, I. Dünya Savaşı zamanlarında Amerikalıların nasıl yaşadıklarına dair bir belge niteliğindedir.

Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın diğer romanları gibi otobiyografik bir romandır. Yazarın kendi yaşantısının izleri, burada diğer kitaplarına kıyasla daha belirgindir. Tıpkı Fitzgerald gibi Princeton’da öğrenci olan Amory Blaine’in yaşadıkları, Fitzgerald’ın kendi deneyimleriyle paralellik göstermektedir. Amory’nin hisleri ve olaylar karşısında gösterdiği tepkiler Fitzgerald’ın dünyasını yansıtsa da Amory, Fitzgerald’a göre daha şanslı bir gençtir. Amory’nin annesi Beatrice Blaine, Fitzgerald’ın sahip olduğu değil, sahip olmayı çocukluğundan beri arzuladığı annedir. Varlıklı, sosyal, çekici ve çevresi insanlarla çevrili bu kadın, oğluna her türlü kapıyı açabilecek güce sahiptir.

Eleştirmenler Amory’nin akıl hocası Monsenyör Darcy ile Fitzgerald’ın bu kitabı ithaf ettiği Sigourney Fay arasında çeşitli benzerlikler bulunduğunu söylemektedir. Öğrencilik yıllarında Fitzgerald’a çok yardımı dokunan Katolik rahip Fay, aynı zamanda Cennetin Bu Yakası’nın yayımlanmasına aracı olan kişidir. Kitapta Monsenyör Darcy’nin yazdığı mektupların bazı bölümleri Fay’in Fitzgerald’a yazdığı gerçek mektuplardan alınmıştır.

1920’li yıllarda Amerikan yaşantısını ve gençliğin ruh hallerini başarılı bir biçimde betimleyen bu roman, Fitzgerald’ın büyük bir romancı olacağına dair ipuçları barındırmaktadır. Bu büyük yazarın ilk romanını Türkçeye kazandırıyor olmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz.

Birinci Kitap
Romantik Egoist

Bir
BEATRICE’İN OĞLU AMORY

Amory Blaine, kelimelerle ifade edilmesi güç özelliği dışında, onu kayda değer biri yapan tüm huylarını annesinden almıştı. Babası, Byron’ın eserlerini beğenen ve Britannica Ansiklopedisi okurken uyuklamayı alışkanlık haline getirmiş beceriksiz ve kendini ifade edemeyen bir adamdı; “Chicago simsarları” diye bilinen iki ağabeyinin ölümüyle otuz yaşında zengin olmuştu. Dünyanın ayakları altında olduğu hissine kapıldığı ilk anda da Bar Harbor’a gitmiş ve Beatrice O’Hara’yla tanışmıştı. Sonuç olarak Stephen Blaine’in gelecek nesillere aktarabildiği yegâne miras 1.80’lik boyu ve çok önemli zamanlarda kararsız kalma eğilimi olmuştu. Bu iki özelliği de oğlu Amory’de görmek mümkündü. Stephen cansız, ipeksi saçlarla örtülü yüzü ve dikkat çekmeyen fiziğiyle yıllar boyunca aile içinde geri planda kalarak, kendini daima karısına “bakmaya” adamış ve ömrünü daima onu anlamadığı, anlayamayacağı düşüncesiyle huzursuz bir vaziyette geçirmişti.

Halbuki Beatrice Blaine! Ah, ne kadındı! Babasının Wisconsin’de, Geneva Gölü kıyılarındaki malikânesinde ya da gençliğinde yalnızca fevkalade zenginlerin kızlarının kabul edildiği aşırı pahalı bir eğitim kurumu olan Roma’daki Kutsal Kalp Manastırı’nda çekilen eski fotoğrafları, yüz hatlarının hayranlık verici zarafetini ve kıyafetlerinin kusursuz sadeliğini gözler önüne sererdi. Aldığı harikulade eğitim sayesinde gençlik yıllarını bir Rönesans ihtişamıyla geçirmişti, eski Katolik ailelerle ilgili dedikodularda deneyimliydi; Kardinal Vitori, Kraliçe Margarita ve yalnızca belirli bir kültür düzeyine sahip kişileri tanıyan daha nice zarif şöhret tarafından bilinen, son derece zengin Amerikalı bir kızdı. Viski sodayı şaraba tercih etmeyi İngiltere’de, havadan sudan konuşmalarını iki anlama gelecek şekilde genişletmeyi Viyana’da geçirdiği bir kış mevsiminde öğrenmişti. Her şeyden önemlisi Beatrice O’Hara bir daha asla mümkün olmayacak bir eğitimden geçmişti: Bir insanın gururlanacağı ya da etkileyebileceği şeylerin ve kişilerin sayısıyla ölçülen bir vesayet… Usta bahçıvanın tek bir mükemmel tomurcuk yetiştirebilmek uğruna diğer tüm dalları budayabildiği bir çağın son günlerinde her tür sanat ve gelenek açısından zengin, fakat tüm fikirlerden yoksun bir medeniyet…

Beatrice, hayatının daha sönük bir döneminde Amerika’ya dönmüş, burada Stephen Blaine’le tanışıp onunla evlenmişti. Bu evlilik tamamen biraz yorgun, biraz da üzgün olmasının sonucuydu. Tek çocuğunu usandırıcı bir süre boyunca karnında taşıdıktan sonra, doksan altı senesinin ilkbaharında dünyaya getirmişti.

Amory daha beş yaşındayken onun için hoş bir arkadaş haline gelmişti. Kumral saçları, büyüdüğünde onu yakışıklı biri yapacak kocaman gözleri, kolayca hayallere kapılan bir aklı ve süslü elbiselere merakı olan bir çocuktu. Dört yaşından on yaşına gelene kadar, babasının özel arabasıyla, annesinin çok sıkılıp lüks bir otelde sinir krizi geçirdiği Coronado’dan, neredeyse salgın halini alan hafif bir hastalık kaptığı Meksiko’ya kadar tüm ülkeyi dolaşmıştı. Bu hastalık Beatrice’i memnun etmiş, özellikle sersemletici birkaç kuvvet verici ilaçtan sonra onu hayatının olmazsa olmazlarından biri haline getirmişti.

Kendisinden daha az şanslı zengin çocukları Newport sahillerinde dadılarına kafa tutarken, pataklanırken, özel dersler alırken ya da Do and Dare ve Frank on the Lower Mississippi’yi1 okurken Amory, Waldorf’ta2 hiçbir şeye itiraz etmeyen komileri ısırıyor, oda müziğine ve senfonilere duyduğu doğal tiksintiden kurtuluyor ve annesinden son derece uzmanlık gerektiren bir eğitim alıyordu.

“Amory.”

“Eveet, Beatrice.” (Annesine tuhaf bir şekilde böyle seslenirdi, Beatrice de bunu teşvik ederdi.)

“Canım, yataktan çıkmayı aklından bile geçirme. Daima genç yaşta erken kalkmanın insanı asabileştirdiğini düşünmüşümdür. Clothilde kahvaltını buraya getirecek.”

“Tamam.”

“Amory, bugün kendimi çok yaşlı hissediyorum,” diye iç çekti, yüzünde acıma uyandıran eşine az rastlanır bir ifade vardı, ses tonu harikulade bir şekilde değişmişti, elleri Bernhardt’ınki3 kadar maharetliydi. “Bugün sinirlerim çok bozuk, çok… Yarın bu korkunç yerden ayrılıp güneşli bir yerlere gidelim.”

Amory karmaşık saçlarının arasından yeşil gözleriyle annesine delici bakışlar attı. Daha bu yaşta bile onun yapmacık hareketlerine kanmıyordu.

“Amory.”

“Ah, evet.”

“Sıcak bir banyo yapmanı istiyorum, dayanabileceğin kadar sıcak olsun, sinirlerini gevşetmek için. Eğer istersen küvette bir şeyler okuyabilirsin.”

Beatrice, ona daha on yaşına gelmeden Fêtes Galantes’tan4 bölümler okurdu. On birine geldiğinde rahat bir şekilde sanki onları tanırmışçasına Brahms, Mozart ve Beethoven’dan konuşabiliyordu. Bir gün öğleden sonra Hot Springs’teki otelde tek başınayken annesinin kayısı likörünün tadına bakmış ve hoşuna gidince içmeye devam edip hafif sarhoş olmuştu. Önceleri bu hal hoşuna gitse de aynı coşkuyla sigarayı denemeye kalkınca iğrenç, pespaye bir etkiyle karşılaşmıştı. Bu olay Beatrice’i hem korkutmuş hem de gizliden gizliye eğlendirmiş ve sonraki nesillerin bu durumu onun “mirası” olarak adlandırmasına sebep olmuştu.

Bir gün Amory, onun dehşet içinde kalmış bir oda dolusu kadına “Bu benim oğlan,” dediğini duymuştu; “son derece bilmiş ve çok alımlı… Ama hassas… Bizler hassasız, burada, anlarsınız ya.” Eli göğsünün üzerinde son derece zarif bir biçimde duruyordu, sonra sesini bir fısıltı tonuna indirerek onlara kayısı likörü hadisesini anlattı. Beatrice hikâye anlatma konusunda öyle maharetliydi ki kadınlar onu neşeyle dinlediler. Ama o gece, kendi küçük Bobby ve Barbara’larını muhtemel bir sapkınlıktan korumak için büfeleri kilitleyenlerin sayısı bir hayli fazla oldu.

Bu çetin aile yolculukları daima ihtişamlıydı: İki hizmetçi, özel araba, müsait olduğunda Bay Blaine ve çoğu zaman bir de doktor. Amory boğmacaya yakalandığında yatağının başında bezgince birbirine bakan dört uzman doktor vardı, kızıl hastalığı geçirdiğinde kendisine eşlik edenlerin sayısı doktorlar ve hemşireler dahil on dördü bulmuştu. Her şeye rağmen Amory her defasında iyileşmişti; çıkmadık candan ümit kesilmezdi zaten.

Blaine’ler belli bir şehre bağlı değillerdi. Onlara Geneva Gölü’nden Blaine’ler derlerdi, arkadaş yerine geçebilecek çokça akrabanın yanı sıra Pasadena’dan Cape Cod’a dek hatırı sayılır bir itibarları vardı. Beatrice zaman geçtikçe yeni insanlarla tanışıklık kurmaya daha meyilli oluyordu. Kendi kanunlarının ve ıslah çalışmalarının tarihçesi, yurtdışında geçirdiği yıllara dair anılar gibi belirli aralıklarla tekrarlayabileceği değişmez birkaç hikâyesi olurdu. Tıpkı Freudyen rüyalar gibi bunları bir şekilde içinden atması gerekiyordu, yoksa içinde birikerek sinirlerini geriyorlardı. Ancak Beatrice, Amerikan kadınlarında hep kusur buluyordu; özellikle de sayıları hızla artan eski Batılılarda.

Amory’ye “Onların aksanı var, canım,” derdi, “Güneyli ya da Boston aksanı gibi de değil, herhangi bir bölgeyle bağı olmayan bir konuşma tarzı…” Dalgın bir havayla konuşmasını sürdürürdü. “Eski, modası geçmiş Londra aksanlarını alıp talihsiz bir şekilde kullanıyorlar. İngilizceyi uzun yıllar Büyük Chicago Operası Cemiyeti’nde çalışan bir İngiliz uşak gibi konuşuyorlar.” Neredeyse anlaşılmaz bir şekilde devam ederdi, “Sanırım… Her Batılı kadın hayatında… Bir aksana sahip olmasına fırsat tanıyacak kadar zengin bir kocaya sahip olmak ister… Beni etkilemeye çalışırlardı, canım…”

Beatrice vücudunu bir tür zafiyet yığını olarak düşünüyor olsa da ruhunun hasta olduğuna inanıyor, bu yüzden de onu önemsiyordu. Eskiden Katolikti; ama rahiplerin kiliseye olan inancını kaybeden ya da geri kazananlara daha çok ilgi gösterdiğini fark ettikten sonra inanç konusunda son derece tereddütlü bir tavır benimsemişti. Çoğu zaman Amerikan Katolik din adamlarının estetik anlayıştan ve zevkten yoksun oluşlarından şikâyet ederdi. Her ne kadar Kuzey Amerika’nın muazzam katedrallerinin gölgesinde yaşıyor olsa da ruhunun Roma kilisesinin sunağında ufak bir alevden ibaret olacağından emindi. Tıpkı doktorlar gibi rahipler de onun en büyük eğlencesiydi.

“Ah Piskopos Wiston,” derdi, “kendimden bahsetmek istemiyorum. Kapınıza üşüşüp cana yakın davranmanız için yalvaran histerik kadın güruhunu hayal edebiliyorum.” Ancak bir din adamı tarafından doldurulabilecek kısa bir aradan sonra şöyle devam ederdi, “ama benim ruh halim onlarınkinden tuhaf şekilde farklı.”

Beatrice, ruhani aşkını yalnızca piskoposlara ve daha yüksek mevkideki din adamlarına ifşa ederdi. Ülkesine ilk kez döndüğünde Swinburne5 tarzında, Ashville’li pagan bir delikanlıyla tanışmış ve bu genç adamın öpücüklerine karşı büyük bir tutku, içten sohbetlerine karşıysa şiddetli bir arzu besler hale gelmişti. Birlikte aşırı duygusallıktan uzak entelektüel bir romantizme kapılarak lehinde ve aleyhinde oldukları konuları tartışırlardı. Sonunda Beatrice zengin bir hayat sürebileceği bir evlilik yapma kararı aldı ve Asheville’li genç pagan, ruhsal bir kriz yaşayarak Katolik kilisesine katıldı. Artık Monsenyör Darcy adıyla anılıyordu.

“Hatta Bayan Blaine için kardinalin sağ kolu olan bu adam hâlâ hoş bir dosttu.”

Güzel kadın, “Amory bir gün ona gidecek, biliyorum,” diye fısıldıyordu “ve Monsenyör Darcy onu beni anladığı gibi anlayacak.”

Amory on üç yaşına geldi, Kelt asıllı annesinin tahmin edebileceğinden çok daha uzun ve inceydi. Arada bir “iyi yetişmesi gerektiği” düşüncesiyle özel ders alıyordu; gittikleri her yerde “çalışmaya kaldığı yerden devam ediyordu” ama öğretmenleri onun nerede kaldığını bir türlü anlayamıyor olsalar da aklı sürekli formda kalmayı başarıyordu. Ne var ki birkaç yıl daha böyle yaşamayı sürdürürse ne durumda olacağı tam bir muammaydı. Beatrice’le İtalya’ya gitmek için yola çıktıkları gemi karadan ayrılalı dört saat olmuşken muhtemelen yatakta yediği onca yemek yüzünden Amory’nin apandisi patladı. Avrupa’ya ve Amerika’ya üst üste gönderilen bir dizi telgraftan sonra tüm yolcuların şaşkın bakışları arasında koca gemi Amory’yi limana bırakmak için rotasını çevirerek New York’a geri döndü. Bu olayı yaşayanlardan biri değilseniz bunun muhteşem bir şey olduğunu kabul etmelisiniz.

Ameliyattan sonra Beatrice içkinin etkisiyle ortaya çıkan hezeyanlara şaşırtıcı derecede benzeyen bir sinir krizi geçirdi ve Amory sonraki iki yılı dayısı ve yengesiyle geçirmek üzere Minneapolis’te kaldı. İşte Batı medeniyetinin o yalın, bayağı havası, onu ilk olarak orada gafil avlamıştı.

Amory İçin Bir Öpücük

Amory notu okuduğunda yüzünde alaycı bir ifade belirdi.

“Bir kızak partisi vereceğim,” diyordu, “17 Aralık Perşembe günü, saat beşte. Eğer sen de gelebilirsen çok sevinirim.”

Sevgiler, L.C.V.6 Myra St. Claire

Minneapolis’e geleli iki ay olmuştu ve bu sürede yaşadığı en büyük sıkıntı kendini “okuldaki diğer çocuklardan” ne denli üstün hissettiğini saklama konusunda olmuştu; fakat bu varsayımı pek sağlam temellere dayanmıyordu. Amory bir gün Fransızca dersinde (ileri Fransızca dersi alıyordu) aksanını küçümseyip durduğu Bay Reardon’ın telaffuzunu düzelterek gösteriş yapmış ve tüm sınıfı kendine hayran bırakmıştı. On yıl önce Paris’te birkaç hafta geçirmiş olan Bay Reardon ne zaman defterini açacak olsa fiillerle ilgili sorular sorarak ondan intikamını alıyordu. Başka bir sefer de Amory tarih dersinde gösteriş yapmaya çalışmış ama bunun sonuçları öyle korkunç olmuştu ki kendi yaşıtları sonraki bir hafta boyunca birbirlerine imalı laflar atıp durmuştu:

“Aaah, sanıyorum ki Amerikan devrimi ekseriyetle orta sınıfları ilgilendiren bir vakaydı,” ya da “Washington çok asil bir aileden geliyordu… Aaah, çok asil… Sanıyorum…”

Amory bilinçli olarak lafı geveleyerek kendini yaptığı gaftan kurtarmaya çalışmıştı. İki yıl önce Amerika tarihini okumaya girişmiş, ne var ki ancak annesinin büyüleyici bir sesle telaffuz ettiği Koloni Savaşları’na7 kadar gelebilmişti.

En büyük dezavantajı ise spor konusundaydı. Okulda güçlü ve popüler olabilmek için sporun ne kadar önemli olduğunu fark ettiğinde canını dişine takarak kış sporlarında ustalaşmayı kafasına koydu. Bilekleri ağrıyıp burkulsa da, her öğleden sonra cesurca Lorelie kayak alanına giderek paten yapıyor ve ne zaman bir hokey sopasını patenlerine takılmadan tutabileceğini merak ediyordu.

Bayan Myra St. Claire’in kızak partisi davetiyesi, o sabahı ceketinin cebinde, tozlu bir parça fıstıklı şekerlemeyle birlikte geçirdi. Öğleden sonra Amory iç çekerek davetiyeyi cebinden çıkardı, biraz düşündükten ve Latinceye Giriş kitabının arkasında ilk taslağını hazırladıktan sonra cevabını yazdı:

Pek sevgili Bayan St. Claire;

Bu sabah, gelecek Perşembe akşamı yapılacak olan akşam eğlencesi için göndermiş olduğunuz cazip davetiyeyi aldığıma gerçekten çok sevindim. İltifatlarımı Perşembe akşamı bizzat sunmak son derece hoşuma gidecektir.

Saygılarımla, Amory Blaine

Böylelikle Amory perşembe günü kürekle karları temizlenmiş kaygan kaldırımlarda düşünceli bir şekilde yürüyerek annesinin tasvip edeceğini düşündüğü yarım saatlik bir gecikmeyle saat beş buçukta Myra’nın evinin önüne geldi. Eşiğe geldiğinde kayıtsızca gözlerini kısarak bekledi ve nasıl bir giriş yapacağını titizlikle planladı. Çok acele etmeden Myra’nın annesi Bayan St. Claire’in yanına doğru yürüyecek ve tam olarak şu tonlamayla şunları söyleyecekti:

“Pek sevgili Bayan Claire, geç kaldığım için ziyadesiyle üzgünüm fakat hizmetçim…” burada duraksadı ve daha önce duymuş olduğu bir cümleyi aynen tekrarladığını fark etti, “ama dayımla birlikte bir dostu görmemiz gerekti… Evet, göz alıcı kızınızla dans okulunda tanıştım.”

Sonra Amory yabancılara özgü o hafif eğilerek verilen selamla oradaki tüm samimiyetsiz küçük kızlarla el sıkışacak ve etrafını çevreleyen her iki tarafın selameti için birbirinden uzakta duran haşin erkek gruplarını başıyla selamlayacaktı.

Uşak (Minneapolis’teki üç uşaktan biriydi) kapıyı ardına kadar açtı ve Amory içeri girerek şapkasıyla montunu adama uzattı. Yan odadan yükselmesi gereken sohbetlerin tiz ciyaklamaları andıran seslerini duyamayınca çok şaşırdı ve bunun resmi bir buluşma olabileceğine kanaat getirdi. Bunu tasvip ederdi, tıpkı uşağı tasvip ettiği gibi…

Amory “Bayan Myra,” dedi.

Uşağın korkunç bir şekilde sırıttığını görünce şaşıp kaldı.

“Ah evet,” dedi, “o burada.” Doğu Londralı aksanıyla konuşma çabasının itibarını zedelediğinin farkında değildi. Amory soğuk bir tavırla onu görmezden geldi.

Uşak “Ama…” diye devam etti, sesi gereksiz derecede gürleşmişti, “buradaki tek kişi o. Parti için gelenler gitti.”

Amory bir an için dehşete kapıldı.

“Ne?”

“Kendisi Amory Blaine’i bekliyor. Siz osunuz, değil mi? Annesi eğer beş buçuğa kadar burada olursanız, ikinizin Packard’a8 atlayıp peşlerinden gidebileceğinizi söyledi.”

Amory’nin çaresizliği Myra’nın belirmesiyle daha da pekişti. Kulaklarına kadar çektiği polo yaka paltosu, asık suratı ve zoraki bir kibarlık hissi veren sesiyle:

“Selam Amory,” dedi.

“Selam Myra.” Heyecanının sebebini açıkladı.

“Her neyse, sonunda gelebildin.”

“Pekâlâ, sana anlatayım. Sanırım otomobil kazasından haberin yok,” diyerek bir yalana girişti.

Myra’nın gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Kim kaza yaptı?”

Amory çaresizce “Şey…” diye devam etti, “dayım, yengem ve ben.”

“Ölen var mı?”

Amory önce sustu, sonra başını sallayarak onayladı.

Kız panikle sordu: “Dayın mı?”

“Ah hayır… Sadece bir at… Kır bir at.”

Tam bu noktada İskoç uşak kendini tutamayıp güldü.

“Muhtemelen motoru öldürmüştür,” dedi. Eğer elinde olsa Amory hiç tereddüt etmeden onu kapının önüne koyardı.

Myra umursamaz bir tavırla “Şimdi gidiyoruz,” dedi. “Görüyorsun ya Amory, kızaklar saat beş için çağırılmıştı, herkes buradaydı, bu yüzden bekleyemedik…”

“Elimden bir şey gelmezdi, öyle değil mi?”

“O yüzden annem de beş buçuğa kadar seni beklememi söyledi. Minehaha Kulübü’ne varmadan önce kızağı yakalayacağız, Amory.”

Amory’nin sarsılan özgüveni yerle bir olmuştu. Şarkılar söyleyerek karlı yollarda ilerleyen mutlu kalabalığı, limuzinin belirişini, altmış sitemkâr gözün bakışları altında kendisinin ve Myra’nın maruz kalacağı korkunç kitlesel baskıyı ve (bu sefer gerçekten) özür dileyişini gözünün önüne getirdi. Sesli bir şekilde iç çekti.

Myra “Ne oldu?” diye sordu.

“Hiçbir şey. Sadece esniyordum. Onları kulübe varmadan yakalayacağımızdan emin misin?” diye sordu. Fark ettirmeden Minnehaha Kulübü’ne gidip diğerleriyle orada, eğlenceden bıkmış gibi ateşin başında otururken buluşabileceklerine ve böylece kaybettiği saygınlığı geri kazanabileceğine dair ufacık bir umudu vardı.

“Ah, elbette Mike, onları kesin yakalarız, hadi acele edelim.”

Amory midesinin bulandığını hissetti. Arabaya binerken hızlıca yaptığı planı ikna yeteneğiyle harmanlayarak uygulamaya girişti. Planı dans okulunda öğrenmiş olduğu, kendisini “inanılmaz derece yakışıklı ve sözümona İngiliz” gösteren “trade-lasts”9 üzerine kuruluydu.

Sesini alçaltıp sözcüklerini dikkatlice seçerek “Myra,” dedi, “binlerce kez özür dilerim. Beni affedebilecek misin?”

Kız onu büyük bir dikkatle süzdü. Amory’nin ısrarcı yeşil gözleri, ağzı, modaya uygun şık gömleği on üç yaşındaki bu kızın romantizm anlayışına hitap ediyordu. Evet, Myra onu kolaylıkla affedebilirdi.”

“Şey… Tabii, elbette.”

Amory tekrar kıza baktı, sonra gözlerini yere indirdi. Kirpikleri dikkat çekiciydi.

Üzgün bir şekilde “Ben korkunç biriyim,” dedi. “Ben farklıyım. Neden böyle kaba hareketlerde bulunuyorum, bilmiyorum. Sanırım umursamadığımdan.” Sonra umursamazca devam etti, “Çok fazla sigara içiyorum. Sigaranın yol açtığı bir kalp rahatsızlığım var.”

Myra’nın zihninde tüm gece sürecek bir sigara âlemi canlandı, Amory nikotinle dolu ciğerleri yüzünden solgun ve sersemlemiş bir haldeydi. Sonra bir an için nefesi kesildi.

“Ah, Amory sigara içme. Büyümene engel olur!”

Amory kederli bir şekilde “Umurumda değil,” diye diretti. “Yapmalıyım. Alışkanlık edindim. Daha ne alışkanlıklarım var, eğer ailem öğrenirse…” bir an için duraksayarak kızın zihninde karanlık sahnelerin canlanmasına fırsat tanıdı. “Geçen hafta bir vodvil gösterisine gittim.”

Myra söylenenlere inanmıştı. Amory yeşil gözlerini yine ona doğrulttu.

Bir anlık duygu patlamasıyla “Bu kasabada sevdiğim tek kız sensin,” dedi. “Sen cana yakınsın.”

Myra öyle olup olmadığından emin değildi, söylediği biraz yakışıksız da olsa kulağa havalı geliyordu.

Akşam karanlığı bastırmıştı, limuzin ani bir dönüş yapınca kız Amory’ye çarptı, elleri birbirine değdi.

Myra “Sigara içmemelisin Amory,” diye fısıldadı. “Bunu bilmiyor musun?”

Amory başını salladı.

“Kimin umurunda.”

Myra duraksadı.

“Benim umurumda.”

Amory’nin içi kıpır kıpır oldu.

“Ah, evet, senin umurundadır! Sen Foggy Paker’a âşıkmışsın. Sanırım herkes bundan haberdar.”

Yavaşça “Hayır, değilim,” dedi.

Bir sessizlik oldu, Amory çok sevinmişti. Bu soğuk ve loş havadan uzaktaki sıcak ortamda Myra’da insanı kendine hayran bırakan bir şey vardı. Myra kat kat elbiseler ve kayak şapkasının altından fışkıran sarı lülelerden ibaretti.

“Çünkü ben de âşığım…” Amory sustu, uzaktan gelen genç kahkahaları duymuş ve arabanın buğulanan camından sokak lambalarının aydınlattığı caddede kızak partisinin oluşturduğu karaltıları görmüştü. Elini çabuk tutmalıydı. Uzandı, haşin ve sarsak bir çabayla Myra’nın elini daha doğrusu başparmağını kavradı.

“Şoföre doğruca Minnehaha’ya gitmemizi söyle,” diye fısıldadı. “Seninle konuşmak istiyorum, seninle mutlaka konuşmalıyım.”

Myra partiye yetiştiklerini fark etti, bir an için annesini gördü ve sonra kederini belli edercesine tam yanında duran gözlere bir bakış attı.

Megafondan “Ara sokağa gir, Richard, doğruca Minnehaha Kulübü’ne gidiyoruz!” diye bağırdı. Amory rahatlayıp iç çekerek arkasına yaslandı.

“Onu öpebilirim,” diye düşündü. “Bahse varım, onu öpebilirim. Bahse varım onu öpebilirim!”

Tepelerindeki gökyüzü yarı berrak yarı puslu, geceyse soğuk ve gerilimle doluydu. Şehir kulübünün merdivenlerinde beyaz bir battaniyenin üzerindeki çizgileri andıran yollar oluşmuştu, merdivenlerin iki yanındaki kar öbekleri dev köstebek izlerine benziyordu. Bir süre merdivenlerde oyalanarak beyaz ayı izlediler.

Amory belli belirsiz bir el hareketiyle “Bunun gibi soluk aylar,” dedi, “insanları gizemli gösteriyor. Başındaki şapkan ve dağılmış saçlarınla genç bir cadıya benziyorsun.” Myra’nın elleri saçlarına gitti. “Ah, bırak öyle kalsınlar, güzel gözüküyor.”

Merdivenlerden çıkmaya başladılar ve Myra ona küçük çalışma odasına giden yolu gösterdi, burası tam da Amory’nin hayallerindeki gibiydi, sıcacık şöminenin karşısında gömülebileceğin rahat bir koltuk… Birkaç yıl sonra burası, Amory’nin duygusal krizlerine ev sahipliği yapan harika bir sahne olabilirdi. Bir müddet kızak partilerinden bahsettiler.

1.Do or Dare (1884): “Doğruluk mu Cesaret mi”, Horatio Alger Jr. (1834 – 1899) tarafından yazılan roman. (ç.n.)
  Frank on the Lower Mississippi (1867): “Aşağı Missisippili Frank”, Harry Castle-mon takma adını kullanan Charles Austin Fosdick’in (1842-1915) romanı. (ç.n.)
2.Waldorf: New York’ta 5. Cadde’yle 33.caddenin kesişiminde yer alan lüks otel. (ç.n.)
3.Sarah Bernhardt (1844-1923), Fransız asıllı ünlü dansçı. (ç.n.)
4.Fêtes Galantes (1869): Fransız sembolist şair Paul Verlaine’in (1844-1896) şiir kitabı. (ç.n.)
5.Algernon Charles Swinburne (1837-1909), tabu kabul edilen birçok konuda yazan İngiliz şair, oyun yazarı ve romancı. (ç.n.)
6.L.C.V.: Lütfen cevap veriniz. (ç.n.)
7.Koloni Savaşları: Özellikle 16. yüzyılda İspanyol asker ve kâşiflerin Amerika’yı işgal ederek yerli halkla savaşmasıyla başlayan kolonileşme dönemi savaşları. (ç.n.)
8.Amerikalı The Packard Motor Car Company tarafından üretilen lüks araba markası. (ç.n.)
9.(İng.) Bir iltifata iltifatla karşılık verme. (ç.n.)
3,57 ₼