Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Kelt masalları»

Şrift:

Önsöz

Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.

2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.

Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Norveç Masalları, Kore Masalları, Çingene Masalları ve Eskimo Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Kelt Masalları var.

Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.

Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Connla ve Genç Peri Kızı

Ateş Saçlı Connla, Yüz Savaş Galibi Conn’un oğluydu. Bir gün Usna Tepesi’nde babasıyla birlikteyken tuhaf elbiseler içindeki genç bir kızın kendisine doğru geldiğini gördü.

“Nereden geliyorsun genç kız?” diye sordu Connla.

“Ebedi Yaşam Düzlükleri’nden geliyorum,” dedi kız, “Orada ne ölüm vardır ne de günah. Orada her günümüz bayramdır, neşelenmek için kimseye ihtiyaç duymayız. Zevk içinde yaşarız, hiç sorunumuz yoktur. Evlerimiz, yuvarlak yeşil tepelerin üstünde olduğundan insanlar bize Tepe Halkı derler.”

Kral ve beraberindekiler, bir ses duydukları halde kimseyi göremedikleri için meraklanmışlardı. Çünkü Connla hariç hiçbiri Genç Peri Kızı’nı göremiyordu.

“Kimle konuşuyorsun oğlum?” diye sordu Kral Conn.

O esnada genç kız cevap verdi: “Connla, ne ölümün ne de yaşlılığın uğrayacağı genç bir peri kızı ile konuşuyor. Connla’yı seviyorum ve onu, Boadag’ın hükümdarlığı süresince hiçbir dert ve keder görmeyen Sefa Düzlüğü Moy Mell’e çağırıyorum. Lütfen, bir şafak gibi canlı sarı tenin ve kırmızı saçlarınla bana eşlik et Connla. Orada seni, zarif yüzünü ve asil karakterini şereflendirmek için, bir peri tacı bekliyor. Gel ve kıyamet gününe kadar ne zarafetin ne de gençliğin solsun.”

Kral, genç kızın söylediklerinden ürkmüştü, çünkü onu duyabildiği halde göremiyordu; bu yüzden Coran isimli druidini1 çağırdı.


“Birçok büyünün ustası Coran, yardımına ihtiyacım var,” dedi. “Bu, benim yeteneğimi ve bilgeliğimi aşan bir vazife; öyle ki krallığı devraldığımdan beri böylesiyle karşılaşmadım. Görünmez bir genç kız bizimle konuştu ve gücü ile biricik güzel oğlumu benden alacak. Eğer yardım etmezsen bu kadın hile ve büyüyle çocuğumu benden çalacak.”

Bunun üzerine Druid Coran ileri atıldı ve genç kızın sesinin geldiği noktaya doğru büyülerini yaptı. Artık kızın sesini duyan yoktu, Connla bile kızı göremiyordu. Ancak Druid’in güçlü büyüsü sebebiyle yok olmadan önce genç kız, Connla’ya bir elma fırlatabilmişti.

Connla, o günün ardından neredeyse bir ay boyunca o elma dışında bir şeyi ne yedi ne de içti. Connla elmayı yedikçe elma tekrar büyüyor ve hep bir bütün olarak kalıyordu. Bu süre boyunca, gördüğü genç kıza karşı güçlü bir özlem ve arzu duymaya başladı.

Connla, bir aylık bekleyişin son gününde, kral olan babasıyla birlikte Arcomin Düzlüğü’ndeyken genç kızı tekrar gördü ve kız Connla’yla tekrar konuştu.

“Connla’nın ölümlüler arasında ölümü beklediği bu yer gerçekten muhteşem bir yer. Ancak artık yaşamın halkı, yani ebedi yaşayanlar, seni Sefa Düzlüğü Moy Mell’e gelmen için davet ediyorlar ve hatta yalvarıyorlar, çünkü seni tanımak ve değerli insanların bulunduğu evlerinde görmek istiyorlar.”

Kral Conn, genç kızın sesini duyunca yüksek bir sesle adamlarına seslendi:

“Çabuk Druid Coran’ı çağırın, belli ki kız tekrar konuşma gücüne kavuşmuş.”

O sırada genç kız, “Ah, yüz savaşta savaşmış yüce Conn, Druid’in gücü hoş karşılanmıyor; nezih insanlarla dolu yüce topraklardaki itibarı iyi değil. Adalet geldiğinde, yalancı kara iblisin dudaklarından dökülen Druid’in büyülerini ortadan kaldıracak,” dedi.

O zaman kral fark etti ki genç kız geldiğinden beri oğlu Connla kimseye tek kelime dahi etmemişti. Bu yüzden Yüz Savaş Galibi Conn, “Bu kadının söyledikleriyle ilgileniyor musun oğlum?” diye sordu.

“Bu benim için de zor,” dedi Connla. “Kendi halkımı her şeyin üstüne koyuyorum; ama gelin görün ki genç kıza olan arzum beni günden güne sarıyor.”

Genç kız bunu duyunca “Okyanusun dalgaları bile arzunun dalgaları kadar güçlü değildir. Benimle birlikte su üzerinde süzülen parıltılı kristal kayığıma gel. Çok geçmeden Boadag’ın topraklarına varırız. Biliyorum parlak güneş batıyor, ancak ne kadar uzakta olursa olsun karanlıktan önce oraya ulaşabiliriz. Ayrıca seyahate değer başka bir yer daha var. Orası öyle bir yer ki onu arayana sevinç verir. Orada yalnızca eşler ve genç kızlar yaşar. Eğer istersen orayı buluruz; böylece keyif içinde, baş başa orada yaşayabiliriz,” diye cevap verdi.

Genç kız konuşmasını bitirince Ateş Saçlı Connla, beraberindekilerden koşarak ayrıldı ve su üzerinde süzülen parıltılı kristal kayığa doğru koştu. Sonra, kral ve maiyeti, kayığın pırıl pırıl deniz üzerinde batan güneşe doğru yol alışını izlediler. Kayık nihayet gözlerden kaybolana kadar uzaklaştıkça uzaklaştı. Connla ve genç peri kızı ise yollarına devam ettiler ve bir daha hiç gözükmediler. Kimse de nereden geldiklerini bilmedi.

Kanaryaotu Tarlası

Hasat zamanının güzel bir gününde ki sözkonusu gün herkesin bildiği gibi yılın en iyi bayram günlerinden biri olan Meryem Ana Yortusu’ydu, Tom Fitzpatrick toprak zeminde geziniyordu ve çitin güneşli kısmına doğru yürüyordu. Birden çitin önünde bir çeşit çıtırtı duydu. “Olur şey değil,” dedi Tom, “Sezonun bu zamanı, taşkuşlarının ötmesi için çok geç değil mi?” Bu sebeple dikkat çekmeden, parmakuçlarında ilerleyerek sesi çıkaran şeyin ne olduğunu görmeye çalıştı. Acaba tahmini doğru muydu? Ses durdu, ancak Tom çalılıkların arasından keskin gözleriyle baktığında gördüğü şey, çitin kenarında duran ve aşağı yukarı beş litre içkiyle dolu kahverengi testiden başka bir şey değildi; yanında da kenarları kalkık katlanmış şapkası ve önünde asılı deri önlüğüyle mini minnacık yaşlı bir adam duruyordu. Küçük adam tahta bir oturak çıkardı ve üstüne çıktı, küçük tahta maşrapasını testinin içine daldırıp dolu bir halde çıkardı; sonra bu maşrapayı oturağın hemen kenarına koyup çitin altına oturdu ve tam kendisine uygun olan ayakkabısına bir topuk çakmak için çalışmaya başladı. “Şaşılacak şey,” dedi Tom kendi kendine, “Leprikonları hep duyardım, aslını söylemek gerekirse hiçbir zaman onların varlığına inanmadım, ancak gel gör ki bir tanesi tam karşımda duruyor. Eğer bu şansı değerlendirirsem zengin oldum demektir. Gözlerini asla üstlerinden çekmemen gerektiğini söylerler, yoksa kaçarlarmış.”

Tom azıcık daha ilerledi, tıpkı bir kedinin bir fareye baktığı gibi, gözlerini küçük adamın üstüne sabitlemişti. Ona iyice yaklaşınca “Tanrı yardımcın olsun komşu,” dedi.

Küçük adam, kafasını kaldırıp “Çok teşekkür ederim,” dedi.

“Bayram günü neden çalışıyorsun ki?” dedi Tom.

“Bu beni ilgilendirir, seni değil,” cevabını aldı.

“Öyle mi, umarım bana testinin içinde ne olduğunu söyleyecek kadar naziksindir,” dedi Tom.

“Bunu zevkle yaparım, testi iyi bir birayla dolu,” dedi adam.

“Bira mı?” dedi Tom. “Üstüme iyilik sağlık! Nereden buldun onu?”

“Nereden mi buldum? Ben yaptım, peki sence neyle yaptım?”

“Hiç mi hiç bilmem, ancak arpa diye tahmin ediyorum, başka ne olabilir ki?” dedi Tom.

“Al işte yanıldın. Çalılardan yaptım.”

“Çalılardan mı?” dedi Tom, gülmekten ölecekti. “Buna inanacak kadar aptal olduğumu düşünmüyorsun değil mi?”

“İster inan ister inanma, fakat sana söylediğim şey doğru. Danları hiç duydun mu?”

“Ne olmuş onlara?” diye sordu Tom.

“Ne mi olmuş, olan şey şu, onlar buradayken bize çalılardan bira yapmayı öğretmişler, o zamandan beri ailem bu işin sırrını biliyor.”

“Biranı tadabilir miyim peki?” diye sordu Tom.

“Sana şunu söylemeliyim genç adam, kendi halinde sessiz sakin insanları aptal sorularınla bunaltacağına babanın mülküne göz kulak olman senin için daha iyi olur. Al işte, sen zamanını burada boşa harcarken inekler yulaflara dalmış, mısırları da mahvetmiş.”

Tom bu laflara o kadar şaşırmıştı ki tam arkasını dönecekken kendine geldi. Böyle bir şeyin tekrar olma ihtimaline karşı leprikona doğru atıldı ve onu elinden yakaladı. Ancak acele ettiğinden testiyi devirdi ve tüm birayı döktü. Artık biranın tadına bakıp nasıl bir şey olduğunu bilemeyecekti. Hemen ardından eğer paranın nerede olduğunu söylemezse onu öldüreceğine dair yemin etti. Tom o kadar kötü ve zalim görünüyordu ki küçük adam bayağı korkmuştu, bu yüzden, “Benimle birkaç tarla boyunca gel, sana bir çanak dolusu altının yerini göstereceğim,” dedi.



Böylece yola çıktılar. Çitleri ve hendekleri geçmelerine, bataklıkları aşmalarına rağmen Tom, leprikonu eliyle sıkı sıkıya tutuyor, gözlerini de ondan hiç ayırmıyordu. En sonunda kanaryaotları ile dolu kocaman bir tarlaya vardılar. Leprikon büyük bir kanaryaotunu işaret edip “Şu kanaryaotunun altını kaz, böylece kocaman bir çanak dolusu altın senin olacak,” dedi.

Tom, aceleyle yola çıktığından yanında bir kürek getirmeyi akıl edememişti. Hemen eve gidip bir kürek almayı düşündü; kırmızı çorap bağlarından birini çıkarıp kanaryaotunun etrafına bağladı, böylece altının yerini kaybetmeyecekti.

Sonra leprikona dönüp “Çorap bağını o kanaryaotundan çıkarmayacağına dair yemin et,” dedi. Leprikon da çorap bağına dokunmayacağına dair yemin etti.

“Sanıyorum ki…” dedi leprikon nazik bir şekilde, “benimle bir işin kalmadı.”

“Kalmadı,” dedi Tom. “Eğer dilersen artık gidebilirsin, Tanrı seninle olsun ve nereye gidersen git şans yanında olsun.”

Leprikon, “Öyleyse kendine iyi bak Tom Fitzpatrick, umarım altının sana çok faydası dokunur,” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Tom canını dişine takıp koştu, eve gidip küreği aldı ve yine aynı şekilde kan ter içinde kanaryaotu tarlasına ulaştı. Ancak oraya geldiğinde bir de ne görsün! Tarlada çorap bağı bağlanmamış tek bir kanaryaotu bile yok, üstelik hepsi de birbirinin tamamen aynısı. Tüm tarlayı kazmak da saçmalık olurdu, çünkü tarla neredeyse 30 hektardı. Bu yüzden Tom küreği omzunda eve döndü, giderkenki heyecanından eser yoktu, sonrasında başına gelen şey ne zaman aklına gelse leprikona bela okudu.

Boynuzlu Kadınlar

Zengin bir kadın, bir gece geç saatlere kadar uyumayıp yünü tarıyor ve hazırlıyordu. Bu sırada tüm aile ve hizmetçiler uyuyordu. Birden kapı çalındı ve biri “Aç! Kapıyı aç!” diye seslendi.

“Kim o?” diye sordu evin hanımı.

“Ben tek boynuzlu cadıyım,” diye bir cevap geldi.

Evin hanımı, komşularından birinin yardıma ihtiyacı olduğu düşüncesiyle kapıyı açtı ve içeri bir kadın girdi. Kadının elinde bir çift hallaç ve alnında bir boynuz vardı, sanki boynuz orada büyüyormuş gibiydi. Ateşin yanına sessizce oturdu ve yünü büyük bir telaşla taramaya başladı. Birden durup yüksek sesle “Kadınlar nerede? Çok geciktiler,” dedi.

Sonra kapı bir kez daha çalındı ve tıpkı daha önce olduğu gibi yine biri “Aç! Kapıyı aç!” dedi.

Evin hanımı kalkıp kapıyı açma zorunluluğu hissetti ve o an içeri ikinci cadı girdi; alnında iki boynuz, elinde ise yünü döndürmek için bir tekerlek vardı.

“Yer açın, ben iki boynuzlu cadıyım,” dedi ve tekerleği bir şimşek kadar hızlı çevirmeye başladı.

Böylece kapı çalmaya devam etti, seslenmeler duyuldu ve içeri cadılar girdi. Bir boynuzludan on iki boynuzluya kadar tam on iki kadın ateşin etrafındaki yerini alıncaya kadar bu böyle devam etti.

İplikleri taradılar, çıkrıklarını döndürdüler, iplikleri sardılar ve dokudular. Bu esnada hep birlikte antik bir ilahi söylüyorlardı, evin hanımına ise tek kelime dahi etmediler. Bu on iki kadın, boynuzları ve döndürdükleri tekerleklerle korkunç gözüküyorlardı, çıkardıkları sesler ise tuhaftı. Bu sebeple evin hanımı ölüme yakın olduğunu hissetti, ayağa kalkıp yardım için seslenmeyi düşündü ancak ne hareket edebildi ne de tek bir kelime edebildi, çünkü üzerinde cadıların büyüsü vardı.



O sırada biri İrlanda diliyle “Kadın, kalk ve bize bir pasta yap,” dedi.

Bunun üzerine evin hanımı kuyudan su getirebileceği bir kap aradı, böylece unu karıştırıp pastayı yapabilecekti, ancak bulamadı.

Sonra cadılar kadına “Süzgeci al ve suyu onunla getir,” dediler.

Kadın, süzgeci aldı ve kuyuya gitti; fakat su, süzgecin deliklerinden akıp gitti. Kadın pasta için hiç su götüremediğinden kuyunun yanına oturup ağlamaya başladı.

Bunun üzerine bir ses “Sarı kili ve yosunu alıp birleştir, sonra süzgecin üzerine sıva, böylece süzgeç suyu tutacaktır,” dedi.

Kadın söyleneni yaptı. Süzgeç, pasta için gerekli suyu tutmuştu; aynı ses bu kez “Geri dön ve evin kuzeyine geldiğinde üç kez yükses sesle ‘Fenian2 kadınlarının dağı ve üzerindeki gökyüzü yanıyor’ diye bağır,” dedi.

Kadın söyleneni yaptı.

İçerideki cadılar bu bağırışı duyunca korkunç bir çığlık atıp, feryat figan dışarı fırlayıp önderlerinin yaşadığı Slievenamon’a doğru kaçtılar. Ancak Kuyunun Ruhu, cadıların geri dönme ihtimaline karşı, evin hanımına eve gitmesini ve evi büyülere karşı hazırlamasını söyledi.

Kadın, büyüleri bozmak için ilk olarak, çocuğunun ayağını yıkadığı kirli suyu kapının dışındaki eşiğe serpti. Sonra o evde yokken cadıların uyuyan aileden çektikleri kanı kullanarak yaptığı pastayı alıp dilimledi ve uyuyan herkesin ağzına bir parça koydu, böylece kanları iade edildi. Bunun ardından dokudukları elbiseyi alıp asma kilitle göğüs kısmından yarı açık yarı kapalı bir şekilde koydu. Son olarak da kapının kirişini pervazlarla sabitledi, böylece cadılar içeri giremeyecekti. Bunların hepsini yaptıktan sonra beklemeye koyuldu.

“Aç! Yolu aç!” diye bağırdılar, “Aç, kirli su!”

“Yapamam,” dedi kirli su, “Yere döküldüm, gideceğim yer ise göl.”

“Açılın, açılın tahtalar, odunlar ve kirişler!” diye bağırdılar kapıya.

“Yapamam,” dedi kapı, “Çünkü kiriş, pervazlardan sabitlenmiş, hareket edemiyorum.”

“Aç, aç kanla yaptığımız pasta!” diye bağırdılar.

“Yapamam, çünkü dağıldım ve eridim; kanım ise uyuyan çocukların dudaklarında,” dedi pasta.

Bunun üzerine cadılar gökyüzüne doğru çığlık atarak uçtular. Slievenamon’a doğru kaçarken planlarını bozan Kuyunun Ruhu’na lanet ettiler. Kadın ve evi ise huzur buldu, o gece cadılardan birinin uçarken düşürdüğü örtü ise o günü hatırlamak için evin hanımı tarafından duvara asıldı. Bu örtü aynı aile tarafından beş yüz yıl boyunca nesilden nesile aktarıldı.

Conall Sarıpençe

Conall Sarıpençe, İrlanda’nın güçlü sakinlerinden biriydi. Üç oğlu vardı. O zamanlar İrlanda’nın beşte birini bir kral yönetiyordu. Conall ile kralın arası iyiydi. Ancak bir gün kralın çocukları ve Conall’ın çocuklarının arası bozuldu ve bir kavga patlak verdi. Conall’ın çocukları üstünlüğü ele geçirip kralın büyük oğlunu öldürdüler. Kral, Conall’a bir mesaj yolladı: “Ah Conall! Çocuklarını, büyük oğlumu öldürecek kadar hiddetlendiren şey ne? Görüyorum ki sana karşı kin güdüyorum, daha iyisini yapamayacağımdan sana bir teklif sunuyorum. Eğer söylediğim şeyi yaparsan sana karşı kin gütmeyeceğim: Sen ve çocukların bana Lochlann kralının kahverengi atını getirirse çocukların bağışlanacak.”

“Kralın keyfine göre hareket etmemeliyim, ancak çocuklarımın hayatı da tehlikede olmamalı,”dedi Conall. “Benden istenen şey zor, kendi hayatımı kaybedeceğim, çocuklarım da hayatlarını kaybedecekler ya da kralın keyfi için uğraşacağım.”

Bu sözlerden sonra Conall, kralın yanından ayrılıp eve gitti. Eve vardığında çok büyük sıkıntı ve kafa karışıklığı içindeydi. Uzandığında eşine kralın sunduğu tekliften bahsetti. Kadın, kocasının uzaklara gideceğini öğrenince derin bir hüzne boğuldu. Çünkü onu bir daha görüp göremeyeceğini bilmiyordu.

“Ah Conall, neden kralın, çocuklarına istediğini yapmasına izin vermedin. Böylece gitmek zorunda kalmazdın, şimdi seni bir daha görüp göremeyeceğimi nereden bileceğim?” dedi.

Ertesi gün uyanınca Conall ve çocukları hazırlandılar, Lochlann’a doğru yolculukları başladı. Oraya ulaşana kadar hiç durmadılar. Lochlann’a ulaştıklarında ise ne yapacaklarından emin olamadılar. Yaşlı adam çocuklarına dönüp “Bir duralım, kralın değirmencisinin evini bulalım,” dedi.

Kralın değirmencisinin evine gittiklerinde adam onlara geceyi orada geçirebileceklerini söyledi. Conall değirmenciye, kendi çocukları ile kralın çocuklarının aralarının bozulduğunu ve çocuklarının kralın büyük oğlunu öldürdüğünü, kralın gönlünü almanın tek yolunun ise Lochlann kralının kahverengi atını almak olduğunu söyledi.

“Eğer bana bir iyilik yapıp ona ulaşmamın bir yolunu söylersen emin ol bunun karşılığını öderim,” dedi Conall.

“İstediğiniz şey çok aptalca,” dedi değirmenci, “Çünkü kral atına o kadar çok bağlı ki onu çalmadıkça o atı alamazsınız, ama eğer bunun bir yolunu bulursanız bunu bir sır olarak tutabilirim.”

“Ben de bunu planlıyorum,” dedi Conall, “Sen her gün kral için çalışıyorsun. Sen ve uşakların, bizi buğday çuvallarının içine sokabilirsiniz.”

“Kafandaki plan kötü bir plan değil,” dedi değirmenci.

Değirmenci, uşaklarıyla konuşup söyleneni yapmalarını istedi. Onlar da adamları çuvalların içine koydu. Kralın uşakları, buğdayları almaya geldiler ve çuvalları beraberlerinde götürüp atların önüne koydular. Ardından kapıyı kilitleyip oradan ayrıldılar.

Çocuklar kahverengi ata bakmak için çıktıklarında Conall, “Yapmayın. Buradan kurtulmak kolay değil, gelin kendimize saklanacak çukurlar açalım, böylece eğer bizi duyarlarsa içlerine saklanabiliriz,” dedi. Çukurları kazdılar, sonrasında atı incelediler. At ehlileştirilmediğinden ahırın içinde korkunç bir ses çıkarmaya başladı. Kral bile bu sesi duydu. Uşaklarına, “Bu ses kahverengi atımdan geliyor olmalı, sorunu neymiş öğrenin,” dedi.

Hizmetçiler denileni yaptı. Conall ve çocukları gelen hizmetçileri görünce saklanacakları çukurlara girdiler. Hizmetçiler atlara baktılar, ancak sorunun ne olduğunu bulamadılar. Bunun üzerine dönüp krala durumdan bahsettiler, kral da eğer sorun yoksa gidip dinlenebileceklerini söyledi. Uşaklar gidince Conall ve çocukları tekrar ata doğru yöneldi. Atın daha önce çıkardığı ses de çok şiddetliydi, ama bu sefer çıkardığı ses öncekinden yedi kat daha şiddetliydi. Kral tekrar uşaklarına haber salıp kahverengi atı rahatsız eden bir şeyin olduğunu söyledi. “Gidin ve iyice bakın.” Hizmetçiler tekrar denileni yaptı. Conall ve çocukları tekrar çukurlara girdiler. Hizmetçiler didik didik aradılar, ancak hiçbir şey bulamadılar. Geri dönüp krala söylediler.

“Bir sorun yoksa ne âlâ,” dedi kral, “Gidin ve dinlenin, eğer bir daha duyarsam bu kez kendim gideceğim.”

Conall ve çocukları uşakların gittiğini görünce tekrar ortaya çıktılar, içlerinden biri atı yakaladı; ancak bu sefer çıkardığı ses katbekat daha şiddetliydi.

“Yine mi!” diye homurdandı kral. “Kahverengi atımı rahatsız eden bir şey olmalı.” Çanı hızlıca çaldı, hizmetçisi geldiğinde ahır uşaklarına haber vermesi gerektiğini, kahverengi atı rahatsız eden bir şey olduğunu söyledi. Uşaklar geldi ve kralla birlikte ahıra doğru yol aldılar. Conall ve çocukları gelenleri görünce tekrar saklandılar.

Kral dikkatli bir adamdı, atların ses çıkardığını gördü.

“Tetikte olun, ahırda adamlar var, bir şekilde onları bulalım,” dedi.

Kral, adamların izlerini takip etti ve onları buldu. Herkes Conall’ı tanıyordu, çünkü İrlanda kralının saygın yakınlarından biriydi. Kral, onları çukurdan çıkardığında “Conall, bu sen misin?” diye sordu.

“Benim, yüce kralım, hem de ta kendisiyim, gelmek zorunda kaldım. Sizin affınıza, onurunuza ve nezaketinize sığınıyorum.” Başına gelenleri ona anlattı, kahverengi atı İrlanda kralı için almazsa oğullarının idam edileceğini söyledi. “İsteyerek alamayacağımı bildiğimden onu çalacaktım,” dedi.

“Peki Conall, bu kadarı yeterli, gel bakalım,” dedi kral. Gözcülerine Conall’ın çocuklarına dikkat etmeleri gerektiğini ve onlara et ikram etmelerini söyledi. O gece Conall’ın çocuklarının başına iki gözcü dikildi.

“Şimdi, Conall,” dedi kral, “Çocuklarının çoğunun asılmasını görmekten daha zor bir durumda kaldın mı hiç? Benim nezaketime ve iyiliğime sığınıp zorunluluktan yaptığını söylediğinden seni asmamalıyım. Ancak bana öyle bir olay anlat ki en az bunun kadar zor bir durum olsun, eğer anlatabilirsen en genç oğlunun canını bağışlayacağım.”

“Bunun kadar zor bir durum anlatayım öyleyse,” dedi Conall. “Genç bir delikanlıydım, o zamanlar babamın çok fazla toprağı ve yüzlerce ineği vardı. Bu ineklerden biri henüz yavrulamıştı. Babam onu eve getirmemi söyledi. İneği buldum ve yanıma aldım. O ara yoğun bir kar başladı. Biz de ağılın barakasına girdik, ineği ve buzağıyı da yanımıza alıp karın durmasını bekledik. Birden beraberinde on bir kedi ile birlikte tek gözlü, tilki renkli bir kedi çıkageldi. Bu tilki rengindeki kedi, diğer kedilerin baş ozanları gibi bir şeydi. İçeri girdiklerinde varlıklarından rahatsız olmaya başlamıştım bile. ‘Söylemeye başlayın,’ dedi baş ozan olan kedi, ‘Neden duruyoruz? Conall Sarıpençe için bir şarkı söyleyelim.’ Kedilerin dahi ismimi bilmesine şaşırmıştım. Şarkıyı bitirince baş ozan ‘Şimdi yüce Conall, kedilerin senin için söylediği şarkının mükâfatını ver,’ dedi. ‘Peki öyleyse, sizin için bir mükâfatım falan yok, fakat şuradaki buzağıya razı olursanız onu verebilirim,’ dedim. Lafımı bitirir bitirmez on iki kedi birden buzağıya saldırdılar ve gerçekten, hayvan onlara kar şı fazla dayanamadı. ‘Çalın bakalım, neden sessizce duruyoruz? Conall Sarıpençe için bir şarkı söyleyin,’ dedi baş ozan. Söyledikleri şarkıyı beğenmiyordum bile, ancak söylemeden dururlar mı! ‘Şimdi mükâfatlarını ver,’ dedi tilki renkli büyük kedi. ‘Kendimden de sizden de sizin mükâfatlarınızdan da bıktım,’ diye cevap verdim. ‘Razı olursanız şuradaki ineği alıp gidin, yoksa mükâfat falan yok.’ İneğe yöneldiler, o da çok fazla dayanmadı.

‘Neden sessiz duruyoruz? Conall Sarıpençe için bir şarkı söylemeye başlayın,’ dedi baş ozan. Kralım, sizi temin ederim, söyledikleri şarkı umrumda falan değildi çünkü iyi dostlar olmadıklarını anlamıştım. Şarkıyı bitirdiklerinde baş ozanın yanına gittiler. ‘Şimdi mükâfatlarını ver,’ dedi baş ozan ve emin olun kralım, bu kez verecek hiçbir mükâfat kalmamıştı. Bu yüzden onlara ‘Sizin için bir mükâfatım yok,’ dedim. Bu kez şiddetle mırıldanmaya başladılar. Ben de barakanın arkasındaki çayırlığa açılan pencereden atladım. Ormana doğru olabildiğince hızlı koşmaya başladım. O zamanlar çevik ve güçlüydüm; kedilerin peşimden mırıldana mırıldana koştuklarını fark edince oradaki yüksek ve dalları sıkı bir ağaca tırmandım. Bu şekilde olabildiğince saklandım. Kediler beni ormanlıkta aramaya başladılar, ancak bulamadılar; yorulduklarında her biri bir diğerine geri dönmeleri gerektiğini söyledi. Fakat o sırada başlarındaki tilki renkli tek gözlü kedi, ‘Sizin iki gözünüzle göremediğinizi ben tek gözümle görüyorum, ağacın tepesinde bir serseri var,’ dedi. O bunu söyleyince bir tanesi ağaca tırmanmaya başladı, benim olduğum yere gelirken bir savaş aleti çıkarıp onu öldürdüm. ‘Bak sen şu işe! Dostlarımı bu şe kilde kaybedemem, ağacın kökünün etrafında toplaşın ve kazmaya başlayın, böylelikle şu katil toprağa düşsün,’ dedi tek gözlü kedi. Bunun üzerine ağacın çevresine toplandılar ve kazmaya başladılar. Kollara ayrılan kökün ilkini kestiler, ağaç hafiften sallandı, ben de bir çığlık attım ki bu şaşılacak bir şey değildi. Ormanın yakınlarında bir rahip vardı; yanında da on adam bulunuyordu. Bu rahip, ‘Zor durumda olan bir adam bağırdı, ona yardım eli uzatmalıyız,’ dedi. Adamlardan en bilgesi, ‘Çığlığı tekrar duyana kadar bekleyelim,’ dedi. Kediler deli gibi kazmaya devam ediyordu, nihayetinde diğer kökü de parçaladılar; bunun üzerine ben de bir çığlık daha attım ve bu sefer ki çok güçlüydü. ‘Kesinlikle yardıma ihtiyacı olan bir adam bu, hemen harekete geçelim,’ dedi rahip. Yola koyulmak için hazırlanmaya başladılar. Kediler iyiden iyiye kendilerini göstermeye başlayıp üçüncü kökü de parçaladılar ve ağaç âdeta yıkıldı. O zaman üçüncü çığlığımı attım. Gözüpek adamlar hızlandılar, kedilerin ağaca yaptığı şeyi gördüklerinde küreklerle kedilerin üzerine atıldılar; kediler ve adamlar bir kavgaya tutuştular ta ki kediler kaçana kadar. Kralım, emin olun, sonuncusu kaçana kadar yerimden kımıldamadım bile. Sonrasında ise evime döndüm. Bu, içinde bulunduğum en zor durumdu; hatta bana göre o kediler tarafından parçalanmak, Lochlann kralı tarafından asılmaktan daha kötü bir durum.”



“Ah Conall! Sende ne hikâyeler var. Bu hikâyeyle çocuğunun canını kurtardın; eğer bana bundan daha zor bir durum anlatırsan bir oğlunun daha hayatını kurtarabilirsin, böylece iki çocuğun sana bağışlanır,” dedi kral.

“Peki o zaman, madem öyle istiyorsunuz. Bu gece sizin zindanınızda kalmaktan bile daha zor bir durum yaşamıştım, onu anlatayım,” dedi Conall.

“Anlat bakalım,” dedi kral.

“O zamanlar bayağı genç bir delikanlıydım. Ava çıkmıştım, babamın arazisi deniz kenarındaydı ve bu arazi kayalıklar, mağaralar, uçurumlarla dolu engebeli bir araziydi. Kıyının ucuna doğru giderken sanki iki kayanın arasından bir duman çıktığını gördüm, bunun üzerine bu dumanın kaynağının ne olduğunu öğrenmek için bakınmaya başladım. Bakınırken bir de ne olsa dersiniz? Düştüm. Düştüğüm yer otlarla doluydu, yani ne bir kemiğim kırıldı ne de vücuduma bir şey oldu. Fakat oradan nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Önüme bakmıyordum, yukarı doğru bakındım, ancak hiçbir zaman oraya çıkamayacağımı düşündüm. Orada kalıp ölme korkusu korkunçtu. Büyük bir uğultunun giderek yaklaştığını fark ettim, uğultunun kaynağı ise kocaman bir dev ve beraberindeki iki düzine keçiydi, başlarında bir de teke vardı. Dev, keçileri bağlayıp benim bulunduğum yere geldi ve bana ‘Aha! Conall, bıçağım uzun süredir taze et görmediğinden cebimde paslanmaya başlamıştı,’ dedi. Bunun üzerine ben de ‘Ah, beni parçalara ayırsan bile sana çok fazla yararım dokunmaz, senin dişinin kovuğunu bile doldurmam. Ancak görüyorum ki gözünün biri görmüyor. Ben iyi bir hekimim, gözünün diğer gözün gibi olmasını istemez misin?’ dedim. Dev, bu sırada gidip kazanı ateşin üstüne koydu. Ona suyu nasıl ısıtması gerektiğini söylüyordum, çünkü benden gözünü iyileştirmemi bekliyordu. Çalıları toplayıp birleştirdim ve devi kazanın içine oturttum. Sağlıklı olan gözün üstünde çalışmaya başladım, sağlıklı gözünün görüş kabiliyetini diğerine aktaracakmışım gibi davranıyordum, sonra sağlıklı olan gözü de kör ettim. Öyle bir durumda tabii ki sağlıklı olanı bozmak, kötü olanı iyileştirmekten çok daha kolaydı.

Hiçbir şey göremediğini fark etmişti, ben de ona rağmen bu mağaradan çıkacağımı söylediğimde suyun içinden fırlayıp mağaranın ağzına dikildi ve gözünün intikamını alacağını söyledi. Tüm geceyi orada sinip geçirmekten başka çarem yoktu, nefesimi öyle bir tutuyordum ki nerede olduğumu bilmesine imkân yoktu.

Sabah kuşların cıvıltısını duyunca günün ağardığını fark etti ve ‘Uyuyor musun? Kalk ve keçilerimi sal,’ dedi. Tekeyi öldürdüm. ‘Tekemi mi öldürüyorsun yoksa!’ diye bağırdı.

‘Hayır, ipler çok sıkı olmuş, bu yüzden onları salmam zor oluyor,’ diye cevap verdim. Keçilerden birini saldım, keçiyi eline aldı ve sevmeye başladı. Ona ‘İşte buradasın, beyaz keçim benim. Sen beni görebiliyorsun ama ben seni göremiyorum,’ dedi. Bir yandan tekenin derisini yüzüyor, diğer yandan da keçileri bir bir salıyordum; son keçiyi salmadan önce tekenin derisini yüzmeyi bitirmiştim. Sonra deriyi üstüme geçirip arka bacaklarının olduğu yere bacaklarımı, ön bacaklarının olduğu yere de kollarımı geçirdim, kafasını kafama aldım, boynuzlarını da başımın üstüne koydum, böylece aptal dev benim teke olduğumu sanacaktı. Mağaranın ağzına doğru gittim, dev ellerini üstüme koyup ‘İşte buradasın, benim tatlı tekem; sen beni görebiliyorsun ama ben seni göremiyorum,’ dedi. Dışarı çıktığımda doğayı tekrardan gördüm. Kralım, bir görmeliydiniz sevinçten resmen havalara uçuyordum. Dışarıdayken üzerimdeki teke derisini çıkardım ve deve ‘Sana rağmen oradan çıkmayı başardım,’ diye seslendim.

ʻAha! Demek bana bunu yapabildin. Çok gözü pek davranıp dışarı çıkabildiğin için sana yanımdaki yüzüğü vereceğim, onu sakla ki sana şans getirsin,’ dedi.

‘Yüzüğü doğrudan senden alamam, ama eğer onu fırlatırsan yanımda götürebilirim,’ dedim ona. Yüzüğü düz zemine fırlattı, gittim ve yüzüğü kaldırıp parmağıma taktım. Sonra bana ‘Parmağına uydu mu?’ diye sordu. ‘Uydu,’ dedim. İşte o sırada ‘Neredesin, yüzük?’ diye sordu. Yüzük de ‘Buradayım,’ diye cevap verdi. Dev, kalkıp yüzüğün sesinin geldiği yere doğru koşmaya başladı, artık çok daha zor bir durumdaydım. Bir bıçak çıkardım. Yüzüğün takılı olduğu parmağımı kestim ve suya doğru büyük bir güçle fırlattım, yüzüğün düştüğü yer çok derindi. Dev tekrardan ‘Nerede sin, yüzük?’ diye sordu. Yüzük de suların altında olmasına rağmen ‘Buradayım,’ diye cevap verdi. Bunun üzerine dev, yüzüğün olduğu yöne doğru atıldı ve denize düştü. Boğulmasını izlerken keyiflenmiştim. Benim ve iki oğlumun hayatını bağışlayıp beni zor duruma düşürmemelisiniz.



Dev boğulunca ben de içeri girip sahip olduğu tüm altın ve gümüşü yanıma aldım, sonra eve gittim. Emin olun eve vardığımda tüm tanıdıklarım büyük bir sevince boğuldu. Bu olayın delili olarak parmağımın olmadığını görebilirsiniz.”

1.Kelt topluluklarında bulunan bir rahip sınıfı. (ç.n.)
2.Antik İrlanda’da efsanevi savaşçı kadınlara verilen isim. (ç.n.)
2,57 ₼