Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Aile Mutluluğu»

Şrift:

I

Geçen sonbaharda ölen annemin matemi içinde kışı Katia, Sonia ve ben köyde geçiriyorduk.

Katia, bizimle beraber yaşayan ve birlikte yiyip içen ihtiyar bir kadındı. Bize dadılık etmiş ve hepimizi büyütmüştü. Ona ait hatıralarım ve muhabbetim o kadar eski, bunların nasıl ve ne vakit başladıklarını tayin etmek benim için bile mümkün değildir.

Sonia, küçük kız kardeşimdi.

Prokovsk’taki eski evimizde kış, bizim için kederli ve kasvetli geçiyordu. Bazen rüzgâr o kadar sert, soğuk o kadar keskin olurdu ki, pencerelerin yüksekliğine kadar karı yığardı. Camlar buzlanır, genellikle karla kapanırdı ve neredeyse bütün mevsim zarfında ne evden dışarı çıkardık ne de bir gezinti yapabilirdik. Bizi görmeye gelenler nadirdi. Gelenler de evimize neşe ve hayat getirmezlerdi. Hepsi hüzünlü bir tavır alır sanki birini uyandırmaktan çekiniyorlarmış gibi korka korka konuşurlardı. Gülmezler, aksine içlerini çeker, fırsat buldukça ve özellikle küçük Sonia’yı siyahlar giyinmiş gördükçe ağlarlardı.

Evde henüz her şey ölüyü hatırlatıyordu; sanki soluduğumuz hava keder ve ölüm acılarıyla doluydu. Annemin odası kapalı duruyordu ve bu kapının kapalı duruşundan şiddetli bir acı duymakla beraber her akşam yatmaya gitmek için önünden geçtiğim vakit odanın içine göz atmaya beni bir şey sevk ediyordu.

O vakit on yedi yaşındaydım ve annem öğrenimimi bitirebilmem için şehirde yerleşmek üzereydi ki, ölümün pençesine düştü. Bu kayıp dolayısıyla hissettiğim keder, pek büyüktü. Bununla beraber açıkça itiraf edeceğim, bu kedere rağmen aynı işsizlik ve tenhalık içinde köyde ikinci bir kış geçirmek benim için -ki genç idim ve güzel olduğumu söylüyorlardı- pek güç olacaktı.

Kısaca, kışın sonuna doğru bu perişanlık, yalnızlık ve sıkıntı hissi o dereceye vardı ki, artık okumayı ihmal ve piyanoyu terk ederek odamdan çıkmaz oldum.

Katia filan veya falan şeyle meşgul olmaya beni teşvik ettiği vakit, ondan bir şey anlamadığımı ve yapamayacağımı söylerdim… Ve içimden ilave ederdim: “Neye yarar? En güzel zamanım bu neticesiz varlık içinde geçecek olduktan sonra niçin şunla bunla uğraşmalı? Ne için?” Ve bu soruya gözyaşlarından başka cevap bulamazdım. O zaman benim çok zayıflamış ve çirkinleşmiş olduğumu söylediler: Buna o vakit tamamen kayıtsız kalıyordum. Niçin ve kimin için bunu düşünmeliydim? Bütün hayatım bu yalnızlık ve öldürücü sıkıntı içinde geçecek sanıyordum. Bunlardan kurtulmak için ne kuvvet ne de arzu bende yoktu. Kışın sonu yaklaşıyordu. Katia, benim hâlimden endişeye düştü ve ne olursa olsun beni seyahate çıkarmaya ikna etti. Lakin bunun için para lazımdı; hâlbuki annemin vefatından sonra bize ne kaldığını henüz bilmiyorduk ve bugün yarın vasimizin gelmesini bekliyorduk. O, işlerimizi inceleyip düzenleyecekti. Nihayet mart ayında bu vasi geldi.

Ben, kafam boş, kalbim ölü odadan odaya giderken Katia bir kere:

“Allah’a şükür!” dedi. “Şükür Allah’a! Sergey Mihaloviç burada. Haber göndermiş, yemeğe bize gelecekmiş. Biraz kendini topla, yavrum Maria, yoksa seni böyle görürse ne der? Sizin ikinizi de o kadar sever ki…”

Sergey Mihaloviç yakın akrabamızdandı; bir de babamdan genç olmakla beraber onunla pek yakın arkadaştı. Onun gelişi, yalnız bütün düşüncelerimizi değiştirmek ve bu yeri terk edebilmemizi sağlamakla kalmıyordu; ben, onu her zaman muhabbet ve şefkatle sevmeye, ona hürmet etmeye alışmıştım. Kendimi toplamayı tavsiye ederken Katia iyice biliyordu ki, bütün tanıdıklarımız içinde görünmek istemediğim yalnız Sergey Mihaloviç vardı.

Ona karşı muhabbetim, onun vaftiz kızı olan Sonia’dan ve Kafia’dan evin en ufak hizmetçisine kadar, herkesin ona gösterdiği muhabbete asla benzemezdi. Bu his, annemin benim yanımda söylediği bir kelimeden sonra farklı bir öneme sahip olmuştu: “Sana onun gibi bir koca isterdim.” demişti. Bu arzu, bana garip ve hatta tatsız görünmüştü. Çünkü benim düşündüğüm büsbütün başka idi. Düşüncelerimin kahramanı genç, uzun boylu, zayıf, renksiz ve mağmum idi; Sergey Mihaloviç ise aksine artık genç değildi; iri, kuvvetli ve fark ettiğime göre daima şen idi. Bundan dolayı annemin bu sözü boş yere söylenmiş değildi. Altı sene evvel Sergey benimle oynar, senli benli konuşur ve bana “küçük menekşem” derdi ve bazen benimle evlenmek isterse nasıl davranacağımı kendi kendime korku ile sorardım.

Sergey Mihaloviç yemekten az evvel geldi. Katia yemeğe fazla olarak bir ıspanak ile kremalı çörek ilave etmişti. Onun kızakla geldiğini bir pencereden gördüm. Lakin evin köşesini döner dönmez bekliyor gibi görünmemek için hemen salona koştum.

Ancak onun gür sesini ve Katia ile beraber sofada ayak seslerini işittiğim zaman daha fazla duramadım ve karşılamaya gittim. Katia’nın eli elindeydi ve onunla tebessüm ederek konuşuyordu. Beni görünce sustu, bir an hareketsiz kaldı ve selamlamadan dikkatle beni süzdü. Sıkıldım ve kızardığımı hissettim.

Nihayet alışılmış bir muhabbetle: “Hakikaten bu siz olabilir misiniz?” dedi ve kendini Katia’dan kurtarıp bana geldi. “İnsan bu kadar değişebilir mi? Daha dün siz küçük menekşeden başka bir şey değildiniz. İşte, bugün ise açılmış bir gül.”

Büyük eliyle benim elimi tuttu ve o kadar muhabbet ve şiddetle sıktı ki, âdeta canımı acıttı. Ben elimi öpecek zannetmiş ve ona doğru eğilmiştim ama o gözünü gözüme dikerek gene elimi sıkmakla yetindi. Altı seneden beri görmemiştim, ben de onu çok değişmiş buldum, ihtiyarlamış, yanmış ve sakal bırakmıştı; bu, ona çok yakışmamıştı. Bununla beraber daima aynı sade tavırları, aynı sert çizgili temiz ve saf çehreyi, aynı zeki parlak gözleri ve zarafetle dolu aynı tebessümü -bir çocuk tebessümünü- muhafaza etmişti.

Beş dakika sonra artık sıradan bir misafir değildi; hepimize, hizmetçiler de dâhil olmak üzere, aile dostu gibi davranıyordu. Hizmetçiler onun evde bulunuşundan hissettikleri memnuniyeti açık bir arzuyla gösteriyorlardı. Hareket tarzı başsağlığına kendini mecbur sanan bir komşunun hareketi değildi. Konuşuyordu, kurnazlığını gösteriyordu. Annemle ilgisi olan bir kelime ağzından kaçırmadı, o derecede ki önce bu kayıtsızlık bana garip göründü ve canımı sıktı. Az sonra bu suretle hareketinin kayıtsızlıktan değil kasti olduğunu anladım, bundan dolayı ona minnettar oldum.

Akşam, Katia çayı salonda verdi. Annemin hayatında bu âdet olmuştu. Sonia ile ben Katia’nın yanında oturduk, Sergey Mihaloviç ise uşağımız ihtiyar Gregor’un bulduğu babamın bir piposu ile tütün içerek dolaşıyordu.

Sergey birdenbire durarak: “Bu evde ne müthiş değişiklikler olmuş!” dedi.

Katia içini çekerek: “Evet.” diye cevap verdi.

Ve semaveri kapayarak misafirimize baktı ki, gözleri yaşarmıştı, Bana hitap ederek tekrar söze başladı: “Babanızı hâlâ hatırlar mısınız?”

“Pek az.”

“Şimdi yaşamış olsaydı sizin için ne güzel olurdu…” Ve Sergey’in bulanık nazarı başımın üstünde kayboluyordu. Daha yavaş bir sesle ekledi: “Babanızı çok severdim.” ve gözlerine rutubetli bir parlaklık geldi. Mendilini almak ve ağlamak için peçetesini güğümün üzerine atan Sonia: “İşte, Allah annemizi de aldı.” dedi.

Sergey dönerek tekrarladı: “Evet, evet, bu evde müthiş değişiklikler olmuş!” Bir sessizliğin devamında yandaki odaya geçerek: “Hadi Sonia, bana oyuncaklarını göster!” dedi.

Gözlerim dolarak onları bakışlarımla takip ettim.

“Ne kıymetli dost!” dedi Katia.

Ve gerçekten yabancı bir adamın bu derin muhabbetinin kalbimi celbettiğini ve bana büyük bir iyilik olduğunu hissettim, onunla oynayan Sonia’nın gülüşlerini işittik. Ona bir fincan çay gönderdim. Az sonra piyanoya oturdu ve kemik dişlere kız kardeşimin küçük elleriyle vurarak eğlendi.

“Maria Aleksandrovna!” diye bana haykırdı. “Geliniz de bize biraz musiki dinletiniz.”

Onun böyle teklifsiz ve dostane tavrıyla benden piyano çalmamı istemesi hoşuma gitti ve hemen kalkıp yanma gittim.

Beethoven’ı açarak Quasi una Fantasia sonatının adagio’sunu gösterdi ve: “Bunu çalınız, bakalım nasıl çalıyorsunuz?” dedi.

Fincanını aldı ve odanın bir köşesine çekildi. Bilmem nasıl oldu, iyi çalamadığımı bahane ederek ondan bu zevki esirgemek veya kendime rica ettirmek bana imkânsız göründü. Hemen piyanoya oturdum ve onun musikiye büyük yeteneği ve bilgisi olduğunu bilmekle beraber elimden geldiği kadar çalmaya başladım. Bu adagio bana çaydan evvelki sohbetimizi hatırlattı ve neticede oldukça iyi çaldım. Bununla beraber sonatın son scherzo kısmını istemedi.

Yaklaşarak: “Hayır.” dedi. “Onu layıkıyla çalamazsınız, onu bırakalım. Ama adagio iyi oldu. Musikiye yeteneğiniz olduğunu görüyorum.”

Bu içten övgü, beni o kadar sevindirdi ki kıpkırmızı oldum. Onu görmekten büsbütün yeni bir haz duyuyordum. O, babam yerinde ve onun dostu olan bir adam, bana eskisi gibi küçük bir kız değil kendine denk biri gibi davranıyordu.

Katia, Sonia’yı yatırmaya gitti ve biz odada yalnız kaldık.

Bana babamdan bahsetti, ben vazifelerimi yaparken ve bebeklerimi giydirirken onunla beraber geçirdikleri mesut hayatı anlattı ve bu hikâyeler bana babamın ne kadar iyi ve sade bir adam olduğunu öğretti. Ben bunu asla tahmin etmemiştim. Benim ne sevdiğimi ne okuduğumu da sordu. Birçok nasihatler verdi. Şimdi benim için o yalnız neşeli bir arkadaş değil, muhabbet ve bağlılıkla dolu ağırbaşlı bir adamdı. Ona karşı elimde olmayarak hürmet ve muhabbet duyuyordum.

Bu, bende pek tatlı ve pek hoş bir duygu uyandırdı. Bununla beraber konuştuğumuz vakit bilmediğim bir sıkılma içindeydim. Kelimelerimin her biri beni tereddüde düşürüyordu; onun muhabbetine layık olmayı o kadar arzu ediyordum ki bunu bizzat kendim için değil babamın kızı olduğum için istiyordum.

Katia yanımıza döndüğü vakit misafirimize benim kayıtsızlığımdan ve üşengeçliğimden şikâyet etti. Ben şimdiye kadar buna dair bir imada bulunmamıştım.

Gülümseyerek ve başını sallayarak:

“Öyle ise bana en önemli konuyu bildirmeyi ihmal etmiş.” dedi.

“Ne diyebilirdim? Size söyleyecek bir şeyim yoktu. Yalnız canım sıkılıyor ama bu da geçecek.”

Zaten şimdiden bu can sıkıntısının hakikaten geçeceğine ve bir daha gelmemek üzere geçtiğini düşünüyordum.

“Yalnızlığa katlanamamak iyi bir şey değildir. Hâlbuki siz eğitim almış genç bir kızsınız.”

Gülümseyerek: “Zannederim.” dedim.

“Ancak siz sadece küçük bir hanım kızsınız ki söyledikçe ve takdir edildikçe hayatı çekilir buluyor, yalnız kaldığınızı görünce de cesaretinizi kaybediyor ve artık iyi bir şey yapamıyorsunuz… Siz kendinizi göstermek istiyorsunuz, başka bir şey değil.”

Bir şey söylemiş olmak için: “Hakkımda ne güzel fikirleriniz var!” dedim.

Biraz sustuktan sonra: “Evet.” dedi. “Boşuna babanıza benzemiyorsunuz. Sizde bir şey var ki…”

Dikkatli ve muhabbetli bakışı hoşuma gitti ve aynı zamanda beni garip bir tereddüt içine soktu. O kadar neşeli bir çehre üzerinde, kendisine has bir şekilde parlak bu gözlerde ilk defa mahzunluğa yakın bir karaltı fark ettim.

“Siz sıkılmamalısınız. Kitaplarınız, işleriniz var, o kadar yeteneğiniz olan musiki var. Sonunda pişman olmak istemezseniz şimdiden bütün hayatınızı hazırlamalısınız. Bir sene sonra vakit geçmiş olacaktır.”

Benimle bir baba veya amca gibi konuşuyordu ve sözlerine uygun bir tavır vermek için nefsini zorladığını hissediyordum. Beni kendi denginde görmesi biraz hoşuma gitmese de benim için bu kadar eziyetlere katlanmak zorunda olduğunu zannetmesinden hoşlanıyordum.

Akşamın kalan kısmında Katia ile işlerimiz hakkında görüştü.

Nihayet, “Şimdi Allah’a ısmarladık sevgili dostlarım.” dedi ve yerinden kalkarak geldi elimi, elleri arasına aldı.

Katia sordu: “Ne vakit tekrar görüşeceğiz?”

Elimi bırakmadan: “İlkbaharda.” diye cevap verdi. “Danilofka’da (ikinci arazimiz) ne olup bittiğini görmek için oraya gitmeliyim. Lazım olan tedbirleri aldıktan sonra Moskova’ya gideceğim. Kendi işlerim bunu gerektiriyor. Yalnız güzel mevsimde görüşebileceğiz.”

Hemen mahzun bir tavır ile dedim ki: “Neden bu kadar uzun zaman bizden uzak kalmak istiyorsunuz?”

Onu her gün görmeyi ümit ediyordum. Sıkıntımın tekrar başlayabileceği fikri beni şimdiden güçsüz bırakıyordu. Şüphesiz sesimden ve bakışımdan bunu anladı; zira bana dedi ki:

“Evet, kendinizi meşgul etmeye çalışınız, bu çocukça fikirleri aklınızdan atınız.”

Sesi bana çok sakin ve çok soğuk geldi ve bana bakmadan elimi bırakarak devam etti: “İlkbaharda sizi yakından test edeceğim.”

Yandaki ufak odaya kadar ona eşlik ettik, orada aceleyle kürkünü sırtına attı. Bakışı daima benden çekiniyor gibiydi.

Boş yere kendine zahmet veriyor, diye düşündüm. Onun bana bakmasının benim için bu kadar büyük bir saadet olduğunu nasıl anlayabilir? Saf, çok saf… İşte bu kadar!

Bununla birlikte Katia ile ben çoğu zaman uyuyamadık. Durmadan konuşuyorduk, ondan değil ama gelecek yaz nasıl yaşayacağımızdan, kışı geçireceğimiz yerden bahsediyorduk.

Artık kendi kendime bu müthiş soruyu soruyordum: “Neye yarar?” Daha şimdiden yalnız mutlu olmak için mesut bir geleceği ümit etmeyi pek sade ve tabii buldum. Prokovsk’teki eski evimiz sanki birdenbire nur ve hayat ile dolmuştu.

II

İlkbahar geldi. Sıkıntıların yerine belirsiz ümitlerden ve henüz sadece düşünceden ibaret, arzulardan yapılmış bir hüzün gelmişti. Fakat eski yaşayışımdan tamamen vazgeçmiştim: Sonia ile meşgul oluyordum, piyano çalıyor veya okuyordum. Sık sık bahçeye iniyor, saatlerce ağaçlı yollarda dolaşıyor, sonra bir peyke üzerinde oturup kalıyordum. Ne düşündüğümü, ne hayal ettiğimi, ne ümit beslediğimi Allah bilir.

Bazen mehtap olduğu vakit, geceleri sabaha kadar odamın penceresinde oturuyordum; bazen de Katia’nın duymaması için yavaşça ve sade gecelikle dışarı sıvışıyor, jalelerle dolu ıslak otlar üzerinden havuza kadar gidiyordum, hatta bir gece tarlalara kadar çıktım ve parkın etrafını dolaştım. Bugün bu hâlleri hatırlamaktan ve özellikle o zamanlar hayal gücümü besleyen bu düşünceleri anlamaktan üzüntü duyuyorum. Onları yeniden gözlerimin önüne getirebiliyorsam bunlara kendimi kaptırmış olduğuma güçlükle inanıyorum, çünkü o kadar gariptirler.

Sergey Mihaloviç, daha önce haber verdiği gibi mayısın sonunda döndü.

Bizi ilk ziyaret ettiği vakit akşamdı; artık onu beklemediğimiz bir saatti. Taraçada çay içmek üzereydik. Bahçe bütün güzelliğini yeniden bulmuştu. Ağaçlıklarda bülbüller yerleşmiş, ilkbaharı kutluyorlardı. Şurada burada leylak topları beyazımsı veya sarımsı salkımlarla donanıyor, zarif çiçeklerini açmaya hazırlanıyor ve yolun iki tarafındaki ağaçların yaprakları gurup eden güneşin ışıklarının nüfuzu ile şeffaf gibi görünüyorlardı. Taraça, serin bir gölgede kalıyor ve çimenler üzerine kuvvetli bir jale düşüyordu. Arkamızda, avluda, günün ölmek üzere olan gürültüleri ahıra giren hayvanların böğürmeleri içinde büsbütün kayboluyordu. Yarı budala, biçare Nikon elinde bir sulak, sürekli gelip geçiyor ve yeni çapalanmış topraklarda çizilmiş siyah daireler, yıldız çiçekleri fidanlarının etrafında süzgeçten düşen soğuk su altında çukurlanıyordu. Önümüzde semaver parıldıyor ve bir tepsi üzerinde süt çanağı, pasta ve gatolar arasında fıkır fıkır kaynıyordu. Katia, fincanları doldurdu.

Ben, banyonun verdiği bir iştahla bir dilim ekmek üzerine taze kaymak sürerek yiyordum. Geniş kollu bir keten gömlek giyiyordum; henüz ıslak olan saçlarımın etrafına beyaz, ipek bir mendil dolanmıştı.

Onu ilk gören Katia oldu.

Bağırarak: “Ah! Sergey Mihaloviç! Sizden konuşuyorduk.”

Kalktım ve giyinip toparlanmaya gitmek için savuşmak istedim fakat kapıdan çıktığım sırada beni yakaladı. Başımdaki mendile bakarak tebessümle:

“Köyde bu kadar gösterişe ne gerek var?” dedi. Gregor’dan sıkılmıyorsunuz; sizin için ben Gregor kadar da değil miyim?”

Ben çekilerek: “Şimdi gelirim.” dedim.

Yine bağırdı: “Ne yapacaksınız? Bu mendilinizle bir köylü kadına benziyorsunuz.”

Odama gidip esvabımı değiştirirken düşündüm: Ne garip tarzda bana bakıyordu, hele Allah’a şükür, işte dönmüştü. Sayesinde evde biraz daha hayat, daha çok neşe olacaktır.

Aynama bir göz attıktan sonra sevine sevine merdiveni indim, acelemi gizlemeyi düşündüm. Nefes nefese taraçaya yetiştim. Sofraya oturmuş Katia ile işten bahsediyordu. Beni gördüğü vakit tebessüm ettikten sonra sözüne devam etti. Ona göre arazimizin işletilmesi pek yolunda idi. Güzel mevsimi köyde geçirecektik; fakat kışın Sonia’nın tahsilini tamamlaması için St. Petersburg’da oturacaktık veyahut istediğimiz gibi seyahat edecektik.

Katia: “Siz de bizimle beraber gelseniz ne güzel olurdu. Biz seyahat edersek kendimizi büyük bir ormanda kaybolmuş zannederiz.”

Yarı ciddi yarı şaka cevap verdi: “Ah! Sizinle beraber dünyayı dolaşmak isterdim.”

Ben, “Peki, öyle ise dünyayı dolaşalım.” diye teklif ettim.

“Ya annem? Ve arazim? Bunu bırakalım, şimdi bana bütün bu zamanı nasıl geçirdiğinizi anlatınız. Gene kara hülyalarınıza düştünüz mü?”

O yokken bile kendimi meşgul ettiğimi, hiçbir sıkıntı hissetmediğimi söylediğim vakit beni birçok defa tebrik etti. Sanki ben bir çocukmuşum ve onun da böyle bir hakkı varmış gibi bana nasihat etti. Yaptığım bütün iyi şeyler hakkında ona uzun uzadıya ve inceden inceye açıklamayı borç saydım ve ona itirafları dinleyen papaz gibi doğruca her şeyi söyledim, belki bu kendisinin pek hoşuna gitmemiştir. Akşam vakti o kadar güzeldi ki, çaydan sonra taraçada kaldık, sohbet beni o kadar ilgilendiriyordu ki bizi kuşatan büyük sükûtun farkına varmadım. Her taraftan güzel kokular yayılıyor ve çayırlar jale altında parlıyordu. Tam bizim yanımızda bir leylak ağacının üstünde bir bülbül ötüyor, bizim seslerimiz işitildiği vakit susuyordu. Bütün yıldızla aydınlanan gök, üzerimize eğilmiş gibi görünüyordu. Taraçayı kapatan bezin altında yolunu şaşıran bir yarasa, sükûnetle etrafımızda dönmeye başladı; bana gecenin derinliğini bu anlattı.

Geri çekildim ve bağırmak üzere iken hayvan yol bulup uçtu ve parkın yarı zulmeti içine daldı.

Sergey Mihaloviç birdenbire ve hiçbir harekete geçmeksizin: “Evinizi çok seviyorum.” dedi. “Bana öyle geliyor ki ömrümün sonuna kadar bu taraçada kalabilirim.”

Katia cevap verdi: “Peki, öyleyse orada kalalım.”

“Evet, kalalım, fakat maalesef hayat hareketten geri kalmıyor.”

“Niçin evlenmiyorsunuz? Siz iyi bir koca olurdunuz.”

Gülerek cevap verdi: “Beni sakin bir hâlde gördüğünüz için böyle zannediyorsunuz! Hayır, Katerina Karlovna, evlenme zamanı sizin gibi benim için de geçmiştir. Çoktan beri beni artık evlenecek bir adam gibi değerlendirmiyorlar, ben de çoktan beri bunu düşünmüyorum ve rahat ediyorum.”

Bana bu son sözler, doğal bir tonla söylenmemiş gibi geldi.

“Nasıl, siz henüz otuz altı yaşında, her şeyden bıkıp usanmış mısınız?”

“Şüphesiz, o kadar usanmışım ki şimdi yalnız bir şey arzu ediyorum: dinlenmek ve görüyorsunuz ki bir koca için lazım olan niteliğe sahip değilim.” Başı ile beni işaret ederek ilave etti: “Fakat Maria için böyle değildir, onun yaşındakiler evlenirler. Sizin ve benim gibiler artık ancak başkalarının saadetiyle mesut olabilirler.”

Sesinde bir mahzunluk ve kendini zorlama vardı ki gözümden kaçmadı. Sergey bir an sessizliğini korudu, ne Katia ne de ben bunu ihlal etmeyi düşünmedik.

Sofraya doğru dönerek devam etti: “Bakınız Maria, benim on yedi yaşında genç bir kızla, diyelim ki Maria Aleksandrovna ile evlenmek niyetinde olduğumu düşününüz. Misal pek güzeldir, pek iyi seçilmiştir. Daha güzelini bulamazdım.”

Tebessüm eder gibi oldum. Fakat misalin niçin çok güzel seçildiğini bir türlü anlayamadım.

“Haydi bakalım, bana açıkça ve elinizi vicdanınızın üzerine koyarak söyleyiniz; hayatınızı yaşlı, şimdiden yorgun ve dinlenmeden başka bir şey arzu etmeyen bir adamın hayatına bağlamak sizin için büyük bir felaket olmayacak mıdır? Hâlbuki sizin bin türlü arzularınız vardır ve Allah bilir bunlardan başka bir şey düşünmezsiniz.”

Çok mahcup oldum ve ne cevap vereceğimi bilmediğimden bir şey söylemedim.

O gülerek devam etti:

“Dikkat ediniz ki bu bir izdivaç talebi değildir. Lakin doğru söyleyiniz, akşamları bahçenin ağaçlı yollarında dolaşırken bu cins bir koca mı düşünüyorsunuz? Bu sizin için büyük bir felaket olmaz mı?”

“Büyük bir felaket mi? Tamamen değil…”

“Fakat büyük bir saadet de değil, diyecektiniz. Değil mi?”

“Evet, ama aldanabilirim.”

“Görüyorsunuz ya Katia! Onun tamamen hakkı var ve düşündüğünü açıkça söylediğinden dolayı ona çok müteşekkirim… Bundan vazgeçmek benim için daha büyük felaket olurdu.”

Katia, akşam yemeği ile meşgul olmak için kalktı ve:

“Ne garip bir yaratılıştasınız! Asla değişmeyeceksiniz.” dedi.

O gittikten sonra ikimiz de sakin kaldık. Etrafımızda büyük bir sükûnet hüküm sürüyordu. Yalnız bülbül ötmeye başlamıştı. Fakat evvelki gibi kesik ve kuru cümlelerle değil, bu sefer sürekli notalarla ahenkli sesi bütün bahçeyi kaplıyordu ve birinci defa, uzakta, başka bir bülbül, dere tarafından ona cevap veriyordu. O vakit bizim yanımızdaki, ötekini dinliyormuş gibi sustu. Sonra sesini kabartarak, ahengi hızlandırarak ve bizim yabancı kaldığımız bu gece âleminde hâkimiyetini amirane bir tavırla teyit ederek tekrar ötmeye başladı. Bahçıvan kış bahçesine gitmek için geçti. Geceleri orada yatıyordu. Ve uzaklaştıkça adımlarının sesi yavaş yavaş kayboldu. Dağdan iki keskin ıslık sesi bize kadar geldi. Sonra her şey tekrar sessizliğe gömüldü. Daha sonra yapraklarda hissedilir hissedilmez bir titreme meydana geldi. Başımızın üstündeki tente şişti ve dalgalandı, birdenbire etrafa yayılan koku dalgaları bize kadar yükseldi. Bütün bu sessizlik sonunda bana dayanılmaz geldi, ancak bunu bozmamak için ne diyeceğimi bilmiyordum. Ona baktım. Ve karanlık içinde parlayan gözlerinin bana dikilmiş olduğunu gördüm.

“Yaşamak ne iyi şey!” diye mırıldandı. Sebebini bilmeden içimi çektim.

“Neyiniz var?” diye sordu.

“Yaşamak ne iyi şey!” diye tekrarladım.

Gene sessiz kaldık. Ve ben eski rahatsızlığıma tekrar yakalandım. Beynimin içinde durmadan bir düşünce dolaşıyordu. Onu ihtiyar bulduğumu anlatarak sebep olduğum kedere karşılık sevimli birkaç söz söylemeyi çok isterdim, lakin nasıl başlayacağımı kestiremiyordum.

Birdenbire kalkarak: “Haydi, Allah’a ısmarladık!” dedi. “Annem beni yemeye bekler, bugün onu neredeyse hiç görmedim gibi.”

“Size yeni bir sonat çalmak isterdim.”

“Başka bir sefer çalarsınız.” diye oldukça soğuk cevap verdi yahut bana öyle geldi.

“Uğurlar olsun!”

Şimdi artık onu gücendirmiş olduğum hakkındaki düşüncem arttı ve beni gerçekten mahzun etti. Katia ve ben onunla beraber kapının önündeki taş merdivenleri indik ve avluda onu gözden kayboluncaya kadar takip ettik.

Atının nallarının sesi artık kulağımıza gelmediği vakit tekrar taraçaya çıktım ve orada gözüm bahçenin derinlikleri ve gece sisinin dalgaları içinde kaybolduğu hâlde görmek ve işitmek istediğimi dinleyerek veya görerek hareketsiz kaldım. O bir ikinci defa, sonra bir üçüncü kere gene geldi ve bizim garip sohbetimiz üzerine duymuş olduğum elim his bir daha gelmemek üzere tamamen yok oldu.

Yazın bize haftada iki ve bazen üç kere geliyordu. Ona o kadar alışmıştım ki alışılandan daha fazla bir zaman gözükmezse yalnız yaşamak benim için zor oluyordu. O vakit içimden ona kızıyor ve beni böyle terk edişinin kendi tarafından haksızlık olduğunu söylüyordum. Bana karşı pek muhabbetli bir arkadaş vaziyetinde bulunuyordu. Bana imalı değil açıktan açığa sorular sorardı ve cevapların da dolambaçlı olmamasını isterdi. Bana nasihat eder, cesaret verir ve bazen azarlardı; bazen de oldukça ölçülü davranırdı.

Benimle eşit ve aynı konumda görünmek için sarf ettiği bütün gayretlere rağmen onda büsbütün ayrı bir âlem bulunduğunu ve onun içine beni sokmak istemediğini hissediyor ve bu da her şeyden çok ona hürmetimi katlıyor ve beni ona doğru çekiyordu. Katia’dan ve komşulardan işiterek biliyordum ki yalnızca birlikte yaşadığı annesine mecbur olduğu dikkat ve itinadan başka, bizzat idare ettiği serveti ve bize vasiliği yüzünden birtakım uyuşmazlığa maruz kalıyor ve bu da kendisi için birçok güçlüğü sebep oluyordu. Ancak onun sıkıntılarına, tasavvurlarına ve ümitlerine dair kendinden bir şey öğrenemedim. Tartışmayı bu şeyler üzerine götürmek isteyince kendine has şekilde kaşlarını çatar ve sanki “Rica ederim, bunları bırakalım, bundan size ne!” demek isterdi ve hemen sözü değiştirirdi. Başta bu hareketi beni gücendirmişti, ama gitgide onunla yalnız kendimden ve beni ilgilendiren şeylerden bahsetmeye alıştım; sonunda bunu pek doğal gördüm.

Görünen yeteneklerime karşı tamamen kayıtsızdı ve hatta oldukça küçümsüyordu. Onun bu hareketi önce beni gücendirmişse de sonraları bana hoş görünmeye başladı. Hiçbir vakit ne bir sözle ve ne bir bakışla benim güzel olduğumu anlatmıyordu. Aksine, onun yanında benim güzelliğimi methedecek olsalar alnı buruşurdu. Benim hatalarımı göstermeyi ve bununla beni kızdırmayı severdi. Yortu günleri Katia’nın beni süslemek istediği moda kıyafetler, saçlarımın becerilikle düzeltilmesi onun alaycılığını tahrik ederdi ve Katia da buna çok üzülürdü. Ben de önce haksız olmayarak buna hiddetle gücendim. Katia kesinlikle emindi ki ben, Sergey Mihaloviç’in hoşuna gidiyordum ve hoşlandığı bu genç kızın daha güzel görünmesini istememesini bir türlü anlayamıyordu. Çok geçmeden kalbinde ne olduğunu anladım: Kendimi beğendirmek ve süslenmek merakı olmadığını görünce mesut oluyordu. Bundan iyice emin olduğum vakit tuvaletimde, saçlarımda ve hareket tarzımda zerre kadar hafif davranışlara işaret edecek bir şey bırakmadım, kendimi pek sade yaptım.

Bu da başka bir türlü süslenmekti, çünkü o yaşta sadelik zevki bende bulunamazdı.

Beni sevdiğini biliyordum. Bir çocuğu sevdikleri gibi mi veya bir kadını sevdikleri gibi mi, bunu düşünmedim. Bu muhabbet benim için kıymetliydi ve ona göre bütün genç kızların fevkinde olduğumu bildiğim için bu fikri daima korumasını elbette arzu etmeliydim. Ve ben onu bilmeyerek aldatıyordum. Lakin onu aldatarak daha çok iyileşiyordum. Vücudumdan ziyade ruhumun inceliklerini ona tanıtmak benim için daha tercih edilir ve daha layık olduğunu hissediyordum. Saçlarım, çehrem, ellerim, tavırlarım nasıl olursa olsun, bir bakışta onları takdir edebilirdi ve bu konuda onu aldatmak istesem bile buna bir şey eklemek benim için mümkün değildi. Ruhuma gelince, onu tanımıyordu, çünkü onu seviyordu, onda olgunluk buluyordu ve bu konuda onu hataya düşürmek mümkündü. Ve ben de bunu yapıyordum. Bu hâli açıkça gördüğüm vakit ne kadar rahatladım. O kadar sık takıldığım zihnî karışıklıklar, beni boğmakta olan bu hareket ihtiyacı tamamen yok oldu. Anladım ki, onun önünde ayakta durduğum veya yanında oturduğum, saçlarım örgülü veya başıma kaldırılmış olduğu vakit daima onun gözü altındaydım ve benim kendimden memnun olduğum kadar onun da benden memnun olacağını düşünüyordum. Zannediyorum ki herkes gibi o da bana “Güzelsiniz!” demeyi aklına getirseydi, buna sinirlenirdim.

Ancak benim tarafımdan söylenen bir söz üzerine, bana uzun uzadıya bakıp da şaka tarzında göstermeye kendini zorladığı heyecanlı bir sesle:

“Evet, evet sizde bir şey var… Siz fevkalade bir kızsınız, bunu itiraf etmeliyim.” dediği vakit kalbime ne sevinç ne de tatlı bir his dolduğunu hissederdim.

Beni saadet ve gurur ile dolduran bu övgü ve methetme neyden ileri geliyordu? Kâh torunu küçük kız hakkında Gregor’un muhabbetine katıldığımı anlatmış olduğumdan, kâh bir şiir ve bir roman okurken ağlayacak kadar heyecanlı göründüğümden veyahut Mozart’ı Schulhoff’a tercih ettiğimdendi. Ne iyi ne de güzel hakkında hiçbir kati fikrim olmadığı hâlde bana iyiliği yaptıran ve söyleten fevkalade dirayete hayran kalıyordum. Eski âdetlerimden, eski zevklerimden çoğu ona hoş görünmüyordu. Kaşlarının tek bir hareketi, bir bakışı söyleyeceğim şeyin hoşuna gitmeyeceğini anlatmaya yeterdi. Bir merhamet veya küçümseme tavrı aldı mı benim için çoktan beri kıymetli olan bir şeyi artık sevmiyorum zannederdim.

Bana bir öğüt verse ne söylemek istediğini biliyorum sanırdım. Göz bebeklerimin derinliğine kadar nüfuz eden bir bakışsa benden bir şey sorardı ve bu bakış öğrenmek islediği fikri ortaya çıkarmaya yeterdi. Artık fikirlerime ve hislerime hâkim değildim; çünkü onun fikirleri ve hisleri bana geçiyor, benim oluyor ve hayatımı güzelleştiriyorlardı. Bu tahavvülün farkına varmaksızın her şeyi, gerek Katia’yı ve adamlarımızı gerek Sonia’yı, kendimi ve meşguliyetlerimi bir başka şekilde görüyordum.

Evvelce can sıkıntısını atmak için okuduğum kitaplar; yalnızca birlikte onlardan bahsettiğimiz, birlikte okuduğumuz ve bana onları getirdiği için en saf bir gurur kaynağı oldular. Önceleri Sonia’ya verdiğim dersler ağır bir görevdi. Bunu baştan savma yapardım; ama şimdi o da hazır bulunduğundan Sonia’nın görüşlerini takip etmek benim en şiddetli sevinçlerimden biri oldu.

Bir musiki parçasını tamamen öğrenmek önceleri benim için imkânsız bir şeydi; şimdi onun tarafından dinleneceğimden emin olduğumdan onun bir takdirine erişme ümidiyle hiçbir şeyden bezmiyordum. Aynı notaları kırk defa tekrarlıyordum, o derecede ki zavallı Katia kulaklarını pamukla tıkamaya mecbur oldu, ben tersine sabırsızlanmayı asla hatırıma getirmiyordum. Eski sonatlarım bana yeni hisler ifade ediyor göründüler. Benim tanıdığım ve kendim kadar sevdiğim o halim Katia gözünde değişmişti. Şimdi anlıyordum ki onun bize karşı, aynı zamanda bir valide, bir dost ve bir esir olmaya asla mecburiyeti yoktu; ondaki sadakat ve feragati hissediyor ve onu bunun için daha çok seviyordum.

Bana köylülerimizi ve hizmetçi kadınlarımızı da takdir etmeyi öğretti; bu konuda benim eski görüşüm onunkine tamamen muhalifti. Ne kadar gülünç görünebilirse görünsün ben on yedi yaşına geldiğim hâlde onların arasında asla görmemiş olduğum birçok kişilere şimdiye kadar yabancı kalarak yaşadım. Asla düşünmemiştim ki bu adamlar da benim gibi sevmek, ıstırap çekmek, ümit etmek kabiliyetindedirler. Çoktan beri tanıdığım bahçemiz, ormanlarımız ve tarlalarımız yeni bir manzara aldılar ve gözlerime bilmediğim güzellikler sundular. Bu dünyada yegâne saadetin diğerleri için yaşamak olduğu hakkındaki iddiası haksız değildi. Önce bu prensibi anlamamıştım, ama yavaş yavaş bana nüfuz etti. Kısacası beni her günkü hayatımı değiştirmek veya ona bir şey ilave etmeksizin birçok tatlı meselelerle dolu yeni bir hayata alıştırdı: beni sadece en ufak ihtirasları duyacak kadar hassas yaptı. İçimde daima bir etki uyumuştu. Sergey Mihaloviç’in vücudu bu sedayı uyandırmaya, konuşturmaya ve kalbimi saadetle doldurmaya yeterli geldi.

Bu yaz, genellikle odama çıkar, yatağımın üstüne kendimi atardım, eski düşkünlüğümün yerine bir endişe geçmeye başladı. Şimdiki bahtiyarlığımın endişesi. Bazen hiç uyuyamazdım. O vakit kalkar, Katia’nın yatağına oturur ve saadetimden ona bahsederdim, bu saadet gözden kaçmayacak kadar aşikâr olduğundan bundan bahisten kolayca vazgeçebilirdim. O da kendini mesut hissettiğini itiraf eder ve beni kucaklardı. Buna kolayca inanırdım, hepimizin bahtiyarlığından daha tabii, daha mantıki ne olabilirdi? Ancak Katia’nın bahtiyarlığı uykusunu kaçırmazdı. O vakit kızıyor gibi görünür, beni kaldırır ve uyurdu. Ben aksine saadetime sebep olan her şeyi düşünürdüm. Bazen yatağımdan iner yeniden dua ederdim ve benim duam Cenabıhakk’ın bana verdiği bütün saadete teşekkür için kendi ilhamıma göre yapılmıştı. O vakit odamda her şey sükûnete dalardı. Artık uyuyan Katia’nın muntazam ve sakin nefes alışından başka bir şey işitmezdim, birkaç kelime mırıldanarak ve haç çıkararak boynumda asılı ufak haçı öperdim. Kapılar kapalıydı, kepenkler çekilmemişti. Yalnız bir köşede çırpınan bir sinek vızıltısı kulağıma kadar geliyordu. Bu odayı hiç terk etmemek, bu hisleri dağıtacak ve ruhumun bu hâlini yok edecek olan günün geldiğini asla görmemek isterdim. Bana öyle geliyordu ki hülyalarım, düşüncelerim ve dualarım benimle beraber bu karanlıkta yaşayan ve yatağımın etrafını kuşatan canlı mahluklar idi ki başımın üstünde, kanatlarını açmış duruyorlardı. Lakin benim fikirlerimin her biri onun fikriydi, nasıl ki duyduklarımın her biri ondan geliyordu. Ben o vakit bunun sadece aşk olduğunu bilmiyordum, zannediyordum ki bu hâl daima devam edecek ve ben alacağıma rağmen kendimden bir parça terk etmeye mecbur olmayacağım.

Pulsuz fraqment bitdi.

1,57 ₼