Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Yeryüzünün tarihi», səhifə 2

Şrift:

Dünya Tarihindeki Olayların Zamanını Belirleme

Ussher da diğer kronoloji uzmanları gibi, Scaliger tarafından geliştirilen karmaşık tarihlendirme sistemini benimsemişti. Fransız bilgin, astronomik ve takvimsel unsurlardan, özellikle yapay bir “Jülyen” zaman çizelgesi oluşturmuştu. Bu, ona rakip kronolojilerin yerleştirilip karşılaştırılabileceği adeta tarafsız, sistematik bir zaman boyutu sağlıyordu. Böylelikle kullanışlı bir araç olmakla kalmayıp zaman ile tarih arasındaki can alıcı farkı vurguluyordu. Zaman yıllarla ölçülen soyut bir boyuttu, tarih ise zaman içinde oluşan tüm gerçek olaylardı. Kronoloji uzmanlarının gerçek tarih olduğunu iddia ettiği olaylar, Jülyen ölçekli referans hattına, Yaratılış’tan başlayıp ilerleyerek, “dünya yılı” (Anni Mundi, AM) olarak veya “Tanrı’nın Yılları”nın (AD) ileri doğru sayıldığı Cisimleşme’den geriye doğru giderek “İsa’dan önceki yıllar” (MÖ) işlenebiliyordu. Kronoloji üzerinde yapılan araştırmaları, sayısal doğruluk konusunda duyulan entelektüel açlık tetiklemişti. Bu istek çağın özelliğiydi ve kronoloji gibi projelerle sınırlı değildi. Doğabilimlerinde, örneğin Tycho Brahe ve Johannes Kepler gibi astronomların çalışmalarında daha da fazla göze çarpıyordu. İki araştırma türünde de sayısal doğruluğa her zamankinden daha çok değer veriliyordu.

Ancak kozmoloji gibi kronoloji de son derece tartışmalı bir araştırma türüydü. Olayların tarihli bir zaman çizelgesini çıkarmak, eksik, muğlak veya uyumsuz kayıtlar yüzünden oluşan sorunlarla doluydu. Kronoloji uzmanları hemen her noktada kayıtların güvenilir olup olmadığına ve kesintisiz bir zaman çizelgesinde nasıl birleştirilebileceğine karar vermek için bilimsel birikimlerini kullanmak zorunda kalıyorlardı.

Şekil 1.2. Kronoloji uzmanlarının dünya tarihlerini zamanlama şekilleri. Modern tarzda çizilen bu şekilde zaman soldan sağa doğru ilerlemektedir. “Jülyen dönemi” bilerek yapılmış yapay bir zaman çizelgesiydi ve geçmiş ya da gelecekteki her 7980 yıl, astronomik ve takvimsel etkenlerin birleşimiyle kendine özgü bir şekilde tanımlanabiliyordu. Referans olarak kullanılabilecek bir zaman ölçeği görevi görüyordu ve kronoloji uzmanları tarihte hesapladıkları Yaratılış, Nuh Tufanı, İsa’nın doğumu ve diğer belirleyici olayların veya “dönemlerin” yıllarını MÖ veya MS olarak veya Yaratılış’tan itibaren “Dünya Yılı” (Anni Mundi, AM) cinsinden işleyebiliyorlardı. Bu olaylar daha sonra, Yahudi-Hıristiyan perspektifinden, dünya tarihinin tamamı için “çağları” tanımlıyordu (I–VII). Bu şekil, Ussher’ın Annals kitabında yer alan şekilleri esas almaktadır ama başka kronoloji uzmanları tarafından hesaplananlar (bu ölçekte) çok farklı değildi. Kronoloji uzmanları geriye doğru gitmeye çalıştıkça ilgili tarihsel kayıt miktarı hızla azalmıştı: çubuklu grafik, yüzyıllara göre Ussher’ın çalışmasında kullanılan metinlerin sayısını göstermektedir. Ussher’ın Annals kitabı MÖ 4004’te başlayıp, MS 73’te bitiyordu.


Sonuç olarak, önemli bir olay önerisinde bulunan kaç tane kronoloji uzmanı varsa neredeyse o kadar rakip tarih vardı. Bu durum özellikle bizzat Yaratılış konusunda doğruydu. Ussher’ın MÖ 4004 tarihi, (bir araştırmaya göre) MÖ 4103 ile MÖ 3928 tarihleri arasında değişen zaman dilimi içinde yalnızca tek bir öneriydi. Örneğin, Scaliger MÖ 3949 tarihinde karar kılmıştı ve birçok özelliğinin yanı sıra hevesli bir kronoloji uzmanı olan Isaac Newton sonradan MÖ 3988’i tercih etmişti. Ussher da çoğu kronoloji uzmanı gibi bir konuda, yani sonbahar ekinoksundan sonraki ilk haftanın ilk gününün başlangıcı (Yahudi zamanlamasına göre alacakaranlıkta) konusunda gerçekten de çok kesin bir tarih önermişti. Bu tarih, Hıristiyan MÖ 4004 yılının Yahudi “Yeni Yıl” eşdeğeriydi. O dönemde, karmaşık takvimsel ve tarihsel kanıtlar, bize çok saçma görünse de bu tür bir hassasiyeti son derece saygın bir hedef haline getiriyordu.

Ussher’ın MÖ 4004 tarihinin bu konudaki öneriler arasında en bilinen tarih olması tamamen tarihsel bir rastlantıydı ve şimdi de en azından İngilizce konuşulan dünyada en dile düşmüş tarih haline geldi.


Şekil 1.3 Ussher’ın “MÖ 4004” tarihi ilk kez İncil’de yer almıştı: William Lloyd’un “Authorized” [Kral James] eserinin İngilizce çevirisinin 1701 baskısının giriş sayfasının bir bölümü, ilk veya altı günlük Yaratılış öyküsü Genesis kitabının başında bulunmaktadır. Burada (sağ üstte) Yaratılış tarihi dikkati çekmeden Milattan Önce 4004, Jülyen ölçeğine göre 0710, dünyanın kendisi ve diğer takvim verileri için 0001 olarak gösterilmektedir. Aynı sütunda ve aynı zamanda solda, İncil’in diğer bölümlerine yapılmış yüzlerce göndermenin ilk birkaç tanesi ile çeviride esas alınan Yunanca ve İbranice metinler hakkında notlar yer almaktadır. Bu, aslında okuyuculara kenar sütunlardaki tarihlerin de kutsal metnin parçası değil, editör notları olduğunu anlatmaya yetmeliydi ama çoğu zaman yetmemişti. Metnin ilk harfini süsleyen küçük resim, Genesis’teki ikinci Yaratılış öyküsü olan cennet bahçesinde Adem’le Havva’nın resmidir.


Ussher’ın ölümünden neredeyse yarım asır sonra bilgili bir İngiliz piskopos, 1611 yılında Ussher’ın kraliyet hamisinin yetkisiyle yayımlanan “Authorized” veya “King James” adıyla bilinen İngilizce İncil çevirisinin yeni baskısının kenarlarına yazdığı kendi editörlük notlarının arasına Ussher’ın tarihlerinden uzun bir dizi eklemişti. Ussher’ın tarihleri, alışkanlık veya tembellik yüzünden, kilise ve devlet tarafından resmen yetki verilmemesine rağmen sonraki İngilizce İncil baskılarında da yer alarak 18. yüzyıla ve 19. yüzyılın büyük bir kısmına kadar gelmişti. Örneğin Darwin ve onunla aynı dönemde yaşamış İngiliz meslektaşları, aile İncillerinin ilk sayfasında MÖ 4004 yazısını görerek büyümüştü. Birçok genç ve eğitimsiz okuyucu, editörün rolünü anlamadan, bu tarihin, kutsal metnin ayrılmaz bir parçası olduğunu varsaymış ve buna göre saygı göstermiş, hatta kutsamıştı. Ussher’i -tarihsel olduğu kadar bilimsel açıdan da çoktan hükümsüz kalmış- bütün tarihleri ancak 1885 yılında İncil’in yeni “revize edilmiş” baskısında sayfa kenarlarından çıkarılmıştı. Bu, Ussher’ın (ve Kral James’in) döneminden beri Yahudi ve Hıristiyan bilginlerin yaptığı büyük çaplı araştırmaların meyvesi olan metinlerin çok gelişmiş dilbilimsel ve tarihi anlayışını yansıtan ilk kapsamlı İngilizce çeviriydi. Gideon’lar tarafından otel odalarına konan İncillerin okuyucuları MÖ 4004 yılının etkisinden kurtulmak için daha da çok -20. yüzyılın sonlarına kadar- beklemek zorunda kaldılar. Oysa başka dillerdeki İncillerde genellikle kenarlarda tarih yoktu, yani İngilizce konuşulan ülkelerin dışındaki insanlar, asıl Yaratılış’ın tarihinin kutsal veya en azından dini yetkililer tarafından sabitlendiği şeklindeki bu korkunç yanılgıya maruz kalmamışlardı.

Dünya Tarihinin Dönemleri

Ancak Ussher’ın dönemine dönecek olursak, onun ve diğer kronoloji uzmanlarının dünya tarihindeki olayların kesin tarihlerini derleme konusundaki titiz çabaları, onlara göre çok daha önemli olan amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlardı. Sayısal doğruluğun, nitelikli anlam çıkarmaya yardımcı olması hedefleniyordu. Kronoloji uzmanları, insanlık tarihinin genel şekline kesinlik kazandırmak istiyordu ve bunun için onu anlamlı dönemler dizisine bölmüşlerdi. Geleneksel tarih sistemi kullanılarak yılların MÖ ve MS olarak ayrıldığı asıl bölme yalnızca böyle bir ayrımdı, çünkü Canlanma öncesindeki eski insanlık dünyasını –Hıristiyan perspektifinden bakıldığında– o olayın ilk sonucuyla, yeni insanlık dünyasından radikal bir şekilde ayırıyordu.


Şekil 1.4 Ussher’ın Annals’ının en başında yer alan ve dünya tarihinin bu uzak noktasında tek güvenilir kaynak olduğuna inandığı Genesis metnine atıfta bulunarak Nuh Tufanı’nı anlatan bölümü. Tufan, Dünya yıllarında 1657 olarak tarihlendirilmiş (Şekil 1.1’de de olduğu gibi, soldaki sütun). Tufan sonrası ilk nesiller, Jülyen ve MÖ tarihlerle kaydedilmiş (sağdaki sütunlar, yine Şekil 1.1’de olduğu gibi). Ussher ve diğer kronoloji uzmanları açısından, Tufan’ın dünyanın “İkinci Dönem”inin [Aetas Mundi Secunda] başlangıcını işaret etmesi de çok önemliydi. Yaratılış’ın ilk altı “gün”ü dışında, Tufan kutsal kitap tarihinde hem doğa dünyasını, hem de insanlığı en belirgin şekilde ilgilendiren olaydı. Bu durum onu, ilk insanlık tarihinin yeryüzünün kendi tarihiyle nasıl ilintili olabileceği konusunda sonradan yaşanan birçok tartışmanın odak noktası yaptı.


Ancak, diğer kronoloji uzmanları gibi Ussher da bir dizi belirleyici olay veya “çağ” tanımlayarak milattan önceki tarihi, bin yıllık bölümlere ayırmıştı. Bu çağlar daha sonra bir dizi belirgin “devir” veya dönemi belirtiyordu. Ussher mega büyüklükteki Yaratılış ile Cisimleşme olayları arasında beş önemli dönüm noktası belirlemişti. Bunlar zaman içinde Nuh Tufanı’ndan antik Yahudilerin Babil’e sürgüne gönderilmesi arasında değişiyordu. Cisimleşme’den itibaren geçen süre de eklenince, yeryüzünün tarihi yedi çağ dizesine bölünebilirdi. Bunun genellikle Yaratılış haftasındaki yedi “gün”e eşdeğer olduğu veya sembolik olarak onu yansıttığı söyleniyordu. Yani dünya tarihinin tamamının şekillenmesinde çok derin bir Hıristiyanlık içeriği bulunuyordu.

O halde 17. yüzyılda yeryüzünün tarihi nitelik olarak, özellikle önemli olaylarla sınırlı yedi belirgin dönem dizisi olarak betimleniyordu ve kronoloji uzmanları bunların hepsini sayısal zaman çizelgesinde doğru tarihlendirmeye çalışmıştı. En önemlisi bu tarihin tamamı, giderek artan ilahi bir aydınlanma veya “vahiy” olarak algılanıyordu ama aynı zamanda büyük ölçüde insanlık tarihiydi. İnsan olmayan doğa dünyası genellikle sadece insanlık dramı için bir sahne, insanların hareketi ve kutsal girişim için neredeyse hiç değişmeyen bir fon ya da durum olarak değerlendiriliyordu. Doğa dünyasındaki olaylar sadece arada sırada insanlık tarihiyle ilgili kutsal veya seküler anlatılarda öne çıkıyordu. Örneğin, kutsal hikâyede, Kızıl Deniz’in suları geçici olarak çekilerek Yahudilerin, Musa’nın önderliğinde Mısır’dan göç ederek özgürlüklerine kavuşmalarını sağlamıştı. Aynı derecede uygun bir şekilde veya şans eseri, savaş halindeki Joshua (Yuşa) için Güneş “hareketsiz durmuştu” (Gerçi bunun ne anlama geldiği epeyce tartışma yaratmıştı). Daha sonra İsa’nın doğumuyla ölümünün, sırasıyla yeni bir yıldız ve depremle çakıştığı söylenmişti.

Doğa dünyası kutsal hikâyede sadece iki noktada belirgin bir şekilde ön plana çıkıyordu. Bu iki nokta bizzat Yaratılış ve Nuh Tufanı’ydı. 17. yüzyılda ikisi de farklı türde tarihsel yorumların odağı olmuş ve doğadan alınan materyallerle dolu metinlerin bilimsel incelemesini sınırlı ölçüde genişletmişti.

Birinci tür yorumlar altı “gün” ya da Yaratılış’ın aşamalarıydı. Genesis’teki kısa anlatım genellikle evren, yeryüzü, bitkiler ve hayvanlar, yani hep birlikte insan hayatının yaşadığı ortamı oluşturan şeylerin yapısı ve işlevleri hakkında o aşamada bilinenleri gözden geçirmek için bir taslak olarak kullanılıyordu. Bu yorumlar (“altı gün”ün Yunanca karşılığı “hexahemeral” veya “hexameral” olarak biliniyordu) İncil metninin asıl anlamı olarak algılanan görüşü izliyordu. Yeryüzünün en önemli özelliklerinin kökenine, gerçek zamanda geçen tutarlı tarihsel olaylar dizisiymiş gibi davranıyorlardı. Anlatının, adeta insanlık dramı başlamadan önce malzemelerin sahneye hangi sırayla yerleştirildiğini tarif ettiği düşünülüyordu. Yani insan hayatının içinde bulunduğu ortam hakkındaki bu tür görüşler yalnızca doğa tarihinin bir türü –doğanın envanteri veya sistematik tanımı– değil, aynı zamanda (günümüzde kullanılan anlamıyla) doğanın gerçek tarihi olduğunu iddia eden kökenlerin hikâyesiydi. Yaratılış’ın süresinin çok kısa olduğuna inanılsa da anlatı, bir dizi belirgin döneme bölünmüş kendi tarihinde doğa dünyasından bahsediyor (anlatının altı “gün”ü) ve insanların ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyordu. Dünya tarihinin –öngörülen zaman çizelgesindeki bariz zıtlığa rağmen– bu şekilde algılanmasının önemli olayların benzer şekilde peş peşe geldiği ve yeni hayat biçimleriyle yeryüzünün derin tarihi hakkındaki modern görüşe çok benzediği yeterince açık olmalıdır. Bunu belirtmek, Genesis anlatısının bilimsel anlatının gerçekliğini önceden tahmin ettiğini iddia etmek anlamına gelmiyor. Sadece bunun 17. yüzyıldaki yorumlanış biçimi, yapısal olarak yeryüzünün tarihi hakkındaki modern görüşlere benziyor. Bu nedenle Genesis anlatısı, yeryüzü ve hayatı hakkında benzer şekilde tarihi olarak düşünmeyi kolay ve anlaşılır hale getirerek Avrupa kültürüne bunu önceden benimsetmiş oluyor.

Tarihsel Açıdan Nuh Tufanı

Nuh Tufanı ya da (sonradan Genesis kitabında anlatılan haliyle) Seli daha açık bir şekilde gerçek tarihsel olay muamelesi görmüştü. Kronoloji uzmanlarının hesaplarına göre bu tufanın tarihi, insanlık dramının başlamasından bin beş yüz yıl sonrasıydı. Yaratılış öyküsünün aksine, bunun detayları doğrudan kutsal vahiylere bağlı değildi. Gemide olan ve kendi gözüyle Tufan’a tanık olan Nuh’a ve ailesine kadar uzanan kesintisiz kayıt ve anılar aracılığıyla, Genesis’in yazarı olduğuna inanılan Musa’ya ulaşabilirlerdi. Yani Tufan öyküsü, ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamaya çalışan bilginler tarafından detaylı bir şekilde analiz edilmişti. Tufan’ın mahvettiği insanlık dünyasının “selden önceki” halini yeniden canlandırmaya, Nuh’un ailesinin gemide felaketten nasıl kurtulup sağ kaldığını ve “selden sonra” insanlık dünyasının nasıl toparlandığını anlamaya çalışmışlardı. Ayrıca selin nedenini ve yeryüzünü, üzerinde yaşayan hayvanları ve diğer insan olmayan özelliklerini nasıl etkilediğini tahmin etme uğraşı içine girmişlerdi. Bütün bunlar kutsal metin esas alınarak yapılmıştı çünkü Genesis’in olayın tek gerçeğe uygun tarihsel kaydını içerdiğine inanılıyordu (Kutsal olmayan benzer öykülerin, örneğin Deucalion’un Yunan kayıtlarında yer alan sel öyküsünün, kutsal metinden türetilmiş ikinci el anlatımlar veya daha sonra oluşan yerel olayların hikâyesi olduğu düşünülüyordu).

Tufan öyküsünü bu şekilde analiz eden ve yorumlayan 17. yüzyıl tarihçileri arasında Alman Cizvit bilgini Athanasius Kircher iyi bir örnek oluşturmaktadır (tıpkı Ussher’ın kronoloji uzmanı örneği olarak alınması gibi). Kircher çok bilgili bir âlimdi ve Avrupa’da eğitimli okuyucularının ilgisini çeken çeşitli konularda eserler yayınlamıştı. Ussher gibi o da Latince yazmış, çalışmaların hepsinin erişilebilir olmasını sağlamıştı. The Subterranean World (Mundus Subterraneus, 1668) hakkındaki kapsamlı resimli kitabı, döneminin doğabilimleri hakkındaki yaygın bilgilerine dayanıyor ve fiziksel yeryüzünü dinamik ama hiçbir şekilde tarihin ürünü olmayan karmaşık bir sistem olarak tanımlıyordu. Örneğin, yanardağlar gibi yeryüzünün görünürdeki yüzeysel özelliklerinin onun görünmeyen iç yapısıyla nasıl bağlantılı olabileceği hakkında tahminler yürütmüştü (İtalya’ya gitmişti, bu yüzden Vezüv ve Etna yanardağları hakkında ilk elden bilgi sahibiydi).


Şekil 1.5 Kircher’in Tufan görüntüsü. Sel suları gemiyi Ağrı Dağı’nın zirvesinde (sağda) bırakıp geri çekiliyor. Benzer bir gravür Sel’i suların en yüksek noktaya çıktığı önceki bir konumunda, gemi, Kircher’in bildiği en yüksek sıradağ olan Kafkasların üstünde yüzerken göstermektedir (solda ortada). Bu canlandırmalar Genesis’teki öykünün metinsel kanıtı hakkındaki yorumunu, yeryüzünün fiziki coğrafyası hakkında bildiği doğal kanıtlarla birleştiriyordu. (Geminin burada ölçekli çizilmediğini gayet iyi biliyordu: Birçok modern bilimsel çizim gibi bu da Barok tarzında olsa da, bir resimdi.)


Bunu yaparken, kendi döneminde yaşayanlar arasındaki cerrahlar ve doktorların, insan bedeninin görünen parçalarının içerideki görünmeyen organlarla nasıl ilişki kurduğunu bulmaya çalışırken başvurdukları yöntemi kullanıyordu. Kircher yeryüzünün anatomisini ve fizyolojisini tanımlamıştı ama onu ilk yaratılışından beri önemli bir değişiklik yaşamamış ya da tarihi olmamış gibi tanımlamıştı.


Şekil 1.6 Kircher’in Tufan’dan önce ve sonraki “Varsayımsal Dünya Coğrafyası.” Onun dünya haritasının bu yarısı, varsayımsal olarak “selden önce” kara olan alanların, “selden sonra” sular altında kaldığını (olim Terra modo Oceanus) –bunların arasında kayıp kıta Atlantis de vardı ve burada İspanya’nın batısına yerleştirilmişti– ve aksine, eskiden sular altındayken şimdi kurak alan olan bölgeleri (olim Oceanus modo Terra) göstermektedir. Bu şekil Kircher’in, yeryüzünün coğrafyasının Tufan yüzünden önemli ölçüde değiştiği iddiasını göstermektedir. Yani yeryüzünün, en azından bu açıdan, gerçek bir fiziksel tarihi vardı. Kircher’in haritası (Merkatör projeksiyonuyla) o dönemdeki atlasları esas alıyordu ve hâlâ pek bilinmeyen Avustralya’yı, çok daha büyük Antarktika’nın ya da “bilinmeyen güney toprakları”nın (Terra australis incognita) ve kutup bölgesindeki aynı derecede bilinmeyen karanın parçası olarak gösteriyordu.


Ancak Tufan büyük bir istisnaydı. Bir başka büyük kitapta, Noah’s Ark (Arca Noë Nuh’un Gemisi, 1675) kitabında Kircher, etkileyici çok dil yeteneğini kullanarak kutsal metinlerin antik versiyonlarından yararlanıp, Tufan’ı tarihsel açıdan analiz etmişti. Nuh’un gemiyi nasıl yaptığını ve çiftlik hayvanlarından oluşan kargosunu nasıl yüklediğini; yükselen suların gemiyi nasıl sürüklediğini ve sonunda, sular çekilirken Ağrı Dağı’nın zirvesine bıraktığını ve selden sonraki dönemde insanlığın nasıl yeniden başladığını çözdü. Genesis’te yer alan verilerle, geminin olası şeklini ve boyutunu bulup detaylı bir şekilde gösterdi. Bilinen her hayvandan yalnızca birer çiftin gemiye nasıl yerleştirildiğini bulmaya çalıştı. Bu, onun öyküsünü bu canlı hayvanların çeşitli resimleriyle süslemesi (aslında, okuyucularına “doğa tarihi” sunması) için gerekçe oldu. Tufan’ın dünya çapında yaşandığı söylendiği için, küresel boyutta deniz seviyesini yükseltmek ve bilinen en yüksek dağların tepelerini kaplamak için ne kadar ilave su gerektiğini de hesapladı. Ayrıca, sadece bu olay için yaratılıp sonra yok edilmediyse suyun nereden gelip nereye gitmiş olabileceği hakkında tahminlerde bulundu.

Bu bağlamda en önemli şey Kircher’in, başka bazı bilginler gibi, Tufan’dan önceki kara ve deniz dağılımının, büyük olaydan sonra oluşan kıtaların ve okyanusların şekillerinden farklı olabileceğini düşünmesiydi. Tufan yeryüzünün fiziksel şeklini önemli ölçüde değiştirmiş olabilirdi ama insanlık dünyasını da gerçek anlamda en az aynı derecede değiştirmişti. En azından bu noktada, aslında yeryüzünün insanlık tarihine paralel gerçek bir fiziksel tarihi olduğunu iddia ediyordu. Ancak, kitabının adından da anlaşıldığı üzere bilimsel analizi esas olarak Nuh’a ve gemisine odaklanmıştı. Tufan’ın fiziksel etkileri ikinci planda kalmıştı. Kircher’in çalışmaları aslında Ussher gibi bilgili kronoloji uzmanlarınınkiyle aynı düşünce dünyasına aitti: Tarih esas olarak bir insanlık öyküsüydü ve modern standartlara göre bu, kısa bir öyküydü.

Sınırlı Evren

Kronoloji uzmanlarına göre yapay Jülyen zaman çizelgesinin bir pratik avantajı, bir uçta olası her Yaratılış tarihi hesabını, diğer uçta yeryüzü tarihinin tamamen biteceği tarih olarak tahmin edilebilecek her tarihi içerecek ve bu arada iki uçta da fazlasıyla yedek zaman bırakacak kadar uzun bir süreye yayılabilmesiydi. İşte bu nedenle rakip kronolojilerin kolaylıkla işlenip karşılaştırılabildiği bir boyut oluşturuyordu. Ama aynı zamanda Ussher’ın (ve Scaliger’ın) kullandığı türde kronolojilerin, modern bakışa göre en alışılmadık özelliklerini de vurguluyordu. Sorun, sürenin günümüz bilimsel standartlarına göre çok kısa olması değildi (gerçi insanlık açısından bakıldığında aşırı derecede uzundu); bu çizelge hem geçmişte, hem de gelecekte limitleri belirli olan bir dünya tarihi çiziyordu. Bu bakımdan çarpıcı bir şekilde Kopernik, Kepler ve Galileo uzaysal olarak sonsuz bir evrene açılıncaya kadar aynı şekilde doğru olduğu düşünülen evrenin –yeryüzünün merkezde olduğu ve bütün yıldızların etrafını sardığı– geleneksel “kapalı” uzay resmine benziyordu. Ancak Kircher ve onun döneminde yaşamış diğer birçok bilgin, evrenin bu yeni resmine kuşkuyla bakmayı sürdürmüş ve kendini kanıtlaması gerektiğini düşünmüştü.

Ussher ve o dönemde yaşayanların çoğu, dünyanın yedinci ve sonuncu çağında yaşadıklarına inanıyorlardı. Sonun çok yakın olduğuna dair yaygın bir görüş vardı, ya da bunun en azından öngörülebilir bir gelecekte olması bekleniyordu. Ortak bir görüşe göre dünyanın sonu, Yaratılış’tan tam altı bin yıl sonra gelebilirdi, yani Ussher’ın tarihlerine göre 1996 yılında! Bu sonuç Ussher’ın, Cisimleşme’nin en önemli noktasının, Yaratılış’tan tam dört bin yıl sonra olduğu hesabına uyuyordu (Geleneksel ölçeğin İsa’nın doğduğu gerçek tarih konusunda bir miktar yanıldığı uzun zamandır kabul ediliyordu, İsa MÖ 4 yılında doğmuş görünüyordu). Sembolik anlamla ağır bir yük taşıyan bir konuda bu kadar doğruluk yüzünden Ussher’ın MÖ 4004 tarihi, o dönemde yaşayan meslektaşlarına çok cazip gelmişti; bu tarihi öneren ilk veya tek kronoloji uzmanı o değildi.

Ussher başarısını vurguluyor ve bundan gurur duyuyordu, ancak iddiasının tartışmalı olduğunun farkındaydı. Daha önce de belirtildiği gibi, Yaratılış için birçok değişik tarih önerilmişti ama kronoloji uzmanlarının hepsi böyle bir tarihin sabitlenebileceği konusunda aynı fikirde değildi. Hıristiyanlık çağının ilk yüzyıllarında (ya da milattan sonra) bazı bilginler, bariz hareketi sıradan günleri tanımlayan Güneş’in, Genesis öyküsünün dördüncü “gün”üne kadar yaratılmamış olduğuna dikkat çekmişti. Bu nedenle yedi “gün”lük Yaratılış sürecinin aslında yirmi dört saatlik süreleri göstermiyor olabileceği sıklıkla ileri sürülmüştü. Öyleyse bu günler, Yahudi peygamberlerin kayıtlı deyişlerinde olduğu gibi gelecekteki “Tanrı’nın günü” gibi, kutsal açıdan önemli anları simgeliyor olabilirlerdi (“Darwin’in yaşadığı günler” gibi deyimler kullanmamız da aynı şekilde kesin bir ifade değildir). Eğer öyleyse, Yaratılış “haftası” belirsiz bir süre olabilirdi ve başlangıç ve bitiş tarihleri daha da muğlaklaşabilirdi. Başka bir deyişle, bu kutsal metnin, diğerleri gibi yorum gerektirdiği görülüyordu. “Gerçek” anlamı basit bir şekilde, barizmiş ve tartışma götürmezmiş gibi açıkça anlaşılamıyordu. Metinlerin yorumlanmasında bilimsel karara ihtiyaç duyulduğunun fark edilmesi, kronoloji uzmanlarını ve diğer tarihçileri bugün bile (kutsal metinler dahil) tarihsel araştırmaların altında yatmaya devam eden metin eleştirisi yöntemlerini geliştirmeye itti. Tabii “eleştiri” kelimesi burada, olumsuz ima olmaksızın sanatsal, müzikal veya edebi eleştirilerle aynı anlamda kullanılıyordu.

17. yüzyıl bilginlerinin yorumları şimdi bize yapısal olarak aşırı derecede “kitaba bağlı” gelebilir. Bunun nedeni kısmen bilginlerin, kutsal metinleri tarihi metinler kadar ciddiye alıyor oluşudur. Ancak İncil’e kuvvetli ve belirgin bir şekilde “gerçekçilikle” yaklaşmaları, hiç de eski bir gelenek değil aksine oldukça yakın zamanda oluşan bir yeniliktir. Daha önceki yüzyıllarda –sembolik, metaforik, alegorik, şiirsel vs. denilebilecek– başka anlam katmanları öne çıkıyor, hatta bunlara harfiyen yorumlardan daha çok değer veriliyordu. Ama bazen bu anlam katmanları o kadar süslü bir şekilde detaylandırılıyordu ki, özellikle Protestan dünyasında Reform sonucunda, önemini azaltmış veya tamamen yok etmiş, sözde basit “harfiyen” anlamı öne çıkıyordu. Buna rağmen, Protestan bilginler durumu en az Katolikler kadar kabullenip kutsal metin yorumlarının aslında hakikaten teolojik anlayışı esas alan gerçek anlamı açıklama amacını taşıdığını ve niyetlerinin doğa bilgisi vermek olmadığını vurguladılar.

Örneğin Yaratılış öyküsü ele alındığında en önemli görülen şey olayın kesin tarihi veya “gün”lerinin uzunluğu değildi. İnsan hayatı için çok daha önemli olan şey aslında her şeyin, hepsinin özünde “iyi” olduğunu söyleyen tek bir Tanrı tarafından isteyerek yaratılmış olması; yaratıcı eylemler dizisinin keyfi olmayıp sevecen bir Tanrı’nın tutarlı amaçları doğrultusunda gerçekleşmesi ve yaratılan hiçbir şeye –bırakın Güneş’le Ay’ı ya da diğer doğal varlıkları, meleklerin ve diğer kutsal güçlere bile– sonunda değer verilecek veya tapılmayı gerektirecek şekilde davranılmaması gerektiğiydi. Bu tür temalar, Hıristiyanlığın ilk asırlarında hem halka verilen vaazların, hem de Genesis hakkındaki bilimsel yorumların özünü oluşturmuştu. Metinlerin teolojik anlamı ve Hıristiyanlık inancının pratik uygulaması sürekli olarak vurgulanmış, bunlar dünyanın kökenleri hakkında gerçek bilgi kaynakları olarak yararlarının önüne geçerek öncelik kazanmıştı. (Tarihsel olarak son yıllarda gerçekçiliğin yükselmesi ve kutsal yorumlarda teolojik anlamın üstünlüğünü sürdürmesi, çoğu zaman dindar ya da ateist modern tutucular tarafından ya göz ardı ya ihmal ediliyordu.)

Kronoloji uzmanlarının yeryüzünün tarihini zamana oturtmada karşılaştıkları ve çözemedikleri tek sorun Yaratılış’ın kesin tarihi değildi. Mısır’daki hiyeroglif yazıtları henüz deşifre edilememiş olsa da o dönem hakkında antik Yunan raporları bulunuyordu. Bunlara göre Mısır’ın eski hanedanları, genelde Yaratılış için tercih edilen tarihlerden asırlarca önceye gidiyordu. Öne sürülen kanıt kaynaklarının –Mısırdakiler ve İncil– ikisi birden doğru olamazdı, bu nedenle kronoloji uzmanlarının birini seçmesi gerekmişti. Bir kez daha bilimsel değerlendirme ihtiyacı doğmuştu. Kutsal kayıtların daha güvenilir bulunması hiç şaşırtıcı değildi. Mısırlıların sözde Yaratılış öncesi tarihe ilişkin kayıtları genellikle politik yalan, Mısır’ın antik çağdaki hükümdarlarının yasallığını ve saygınlığını pohpohlamak için uzun zaman önce uydurulmuş masallar olarak değerlendirilip dikkate alınmamıştı. Ancak aynı derecede rahatsız edici olan bir başka husus, Çin’de yaşayan Cizvit bilginlerinin araştırmaları sonucunda başka Avrupalıların ilk kez haberdar olduğu eski Çince kayıtlardı. Bu kayıtlar da kronoloji uzmanlarının hesaplarında görünenden çok daha uzun ve eski bir insanlık tarihi olduğunu ileri sürüyordu. Ayrıca antik Yunanlıların Babil kayıtları hakkındaki raporları, genellikle farazi oldukları gerekçesiyle göz ardı edilse de insan uygarlığının çok daha eskiye dayandığını iddia ediyordu.

Belki de bunların arasında en rahatsız edici olanı, Ussher’ın devasa Annals kitabından hemen sonra yayımlanan küçük bir kitapta yer alan varsayımlardı. Men Before Adam (Âdem’den Önceki İnsanlar – Prae-Adamitae, 1655) kitabının kimliği bilinmeyen yazarı Yeni Ahit’i ustalıkla yorumlayarak Âdem’in kutsal öyküsünün aslında ilk insanı değil, ilk Yahudiyi anlatma amacını taşıdığını savunuyordu. Tabii bu, Âdem’in insanlık tarihinin başlangıç noktası olduğunu esas alan tüm kronolojiler konusunda soru işareti yaratıyordu. Bu varsayımın bir avantajı vardı; dünyadaki insan ırklarının nasıl bu kadar yayılmaya ve çeşitlenmeye zaman bulduğunu açıklayabilirdi. Avrupalılar insanların bu kadar farklı olabileceğini, bir yüzyılı biraz aşkın süre öncesinde büyük keşif gezileri onları Afrika’nın etrafından Asya’ya ve Atlantik’i geçerek Amerika’ya götürünceye kadar takdir edememişti. Oysa varsayımın dezavantajı, Hıristiyanlığın kurtuluş dramında insanlığın birlik olduğunu inkâr ediyormuş gibi görünmesiydi. Örneğin, Amerikalarda yaşayan yerli halkı o dramın dışında tutuyor ve böylece onlara tam insan statüsü vermiyor gibiydi. “Âdem’den önce” insanlar olduğu iddiası, kitabın yazarının –sonradan Fransız bilgin Isaac La Peyrére olduğu açıklanmıştı– başını Katolik yetkililerle derde sokmuş ama bu tür spekülasyonlardan vazgeçince yazar, huzurlu ve uzun bir yaşam sürmüştü.

9,42 ₼

Janr və etiketlər

Yaş həddi:
0+
Litresdə buraxılış tarixi:
03 iyul 2023
Həcm:
56 səh. 94 illustrasiyalar
ISBN:
978-605-7605-95-5
Müəllif hüququ sahibi:
Maya Kitap
Mətn
Orta reytinq 5, 1 qiymətləndirmə əsasında
Mətn, audio format mövcuddur
Orta reytinq 5, 1 qiymətləndirmə əsasında
Mətn
Orta reytinq 5, 1 qiymətləndirmə əsasında
Audio
Orta reytinq 5, 1 qiymətləndirmə əsasında
Mətn, audio format mövcuddur
Orta reytinq 5, 5 qiymətləndirmə əsasında
Audio
Orta reytinq 5, 1 qiymətləndirmə əsasında
Mətn
Orta reytinq 0, 0 qiymətləndirmə əsasında