İhtiyar Çilingir

Mesaj mə
0
Rəylər
Fraqment oxumaq
Oxunmuşu qeyd etmək
Şrift:Daha az АаDaha çox Аа

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.

1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.

Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.

Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.

Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.

Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.

Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.

Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

İKİSİNİN ARASINDA 1

Çok okumuş, ömrün uzun yıllarını katı kaplı kitaplar arasında geçirmiş olanlar biraz sert olur, biraz haşin olur derler… Fakat ben yüzünüzde sertlikten, huşunetten2 eser görmedim.

O ak sakalın derin çizgilerle süslenen çehreye verdiği sevimlilik, bakıştaki o tatlılık, o derinlik bana bu mektubu yazmak için lazım olan büyük cesareti verdi.

Şimdi öyle umuyorum ki sizden ufak bir sual soran o küçük kıza karşı susmayacak, onun bu yazılarını ne kadar üzüntüyle yazdığını pek güzel anlayarak -isterse bir kelimelik olsun- ona bir cevap vereceksiniz. Bunun için size çok yalvarırım.

Düşününüz ki ben size yazdığım bu şeyleri, başka birine soramazdım. Başka birisine itiraf edemezdim. Ailemin, tanıdıklarımın görgüsü buna elverişli değil. Mesela valdem! Bu sualin karşısında çıldırdığıma hükmederdi. Çünkü bizde genç kızların böyle şeyleri sormaları, aramaları değil hatta merak ediyor görünmeleri bile âdet olmamıştır.

Babama gelince o, bana gülecek ve beni bütün bütün şaşırtacak bir cevap verecekti. Sonra artık dayımı, büyük valdemi söylemeye hacet yok.

Bir aralık aklıma lisedeki Amerikalı hoca hanım geldi. Onunla ara sıra böyle şeyler konuşurduk. Belki bugün de istesem görüşebiliriz. Fakat o kadar soğuk, o kadar durgun bir Amerikalıdır ki çok defa insan onun bir makine olduğundan şüphe eder. O, kırk senelik ömrünü mekteplerde geçirmiş ve ağır hâliyle, tavrıyla, nasihatleriyle her zaman istekliği, genç sinelerin ateşini söndürmeye alışmıştır. Hâlbuki ben, ne o kadar ateşliyim ne de üşümek, donmak isterim. Ilık bir ömür yolunda gidebilmek için derin tecrübelerin ömrünü dinlendirmiş hatta gençliğinden biraz yorgun çıkmış, okuduklarını gördüklerine karıştırarak düşünmeye alışmış, yeni öğrenmek heveslerine kapılmayacak kadar süzülmüş, durulmuş bir zatın nasihatlerine, öğütlerine muhtacım.

Ben, o zatı iyi seçebildiğimi, iyi intihap ettiğimi sanıyorum. Eğer bunda aldanmıyorsam o zat bu mektuba karşılık olarak buraya ilave ettiğim adrese bir mektup gönderecek ve o mektupta, şu ufak sualin cevabı yazılmış bulunacaktır.

Bir İngiliz mektebinde okutturulmuş Türk kızını artık evlendirmek istiyorlar ve kendisini isteyen iki genç erkekten birini seçmesini bekliyorlar. O kızın öyle bir babası var ki bir gecede, hiç düşünmeyerek iki yüz altını bir kumar masasına bırakabiliyor ve kızının süslü, şık, Avrupa usulünü, o yaşayışı öğrenmiş olmasını istiyor; bunun için daha küçükken kızını İngiliz mekteplerine atıyor.

Eğer o kız etrafındakilere bakarak kendinin bir Türk kızı olduğunu düşünmemiş olsa kendi dilini bile öğrenemeyecek, o hâlde kalacaktı. Sonra, öyle bir valde var ki daha kendisini dünyaya getirir getirmez, kocasıyla aralarındaki geçimsizliği sebep tutarak babasının evine kaçmış ve kızını sütninelerin, dadıların eline bırakmıştır. Şimdi de her gün hastalığından şikâyet eder, odasından çıkmaz hatta yemeğini bile odaya getirtir ve kızı ile de bir misafir gibi konuşur. Her ikisi de pekâlâ anlıyorlar ki aralarında bir ana kız sıcaklığı, sokulganlığı, o tatlı hararet yer tutmamıştır. İşte, anamla babam böyle.

Bunlardan başka evde, yerinden kalkamayan seksenlik bir büyük valdem var, eski azatlılardan iki ihtiyar dadım, erkek kadın altı kadar hizmetçi… Hiç eksik olmayan misafirlerimizi de bunlara katacak olursanız, evimizin hâlini lazım olduğu kadar öğrenmiş olursunuz.

Bu eve güveyi olarak gelmesi düşünülen beylere gelince onlar uzaktan uzağa akrabamızdan olduklarından, sık sık babamı görmeye gelirler… Fakat bu gelişlerin, babamı görmekten ziyade, kendilerini göstermek için olduğunu elbette anlarsınız.

Ben de her fırsattan istifade ederek onları gözetlemekte kusur etmiyorum…

Böylece gözetleyerek öğrendiğim şeyleri işte burada size yazacağım. Bu gençlerden birini seçebilmek, bu düğümü çözebilmek için bana edeceğiniz yardımla dünyanın en büyük hayrını işleyeceğinize inanınız.

Bu genç efendilerden biri -adını söylemeyeceğim- narin, nazik, sarışın ancak yirmi beş-yirmi altı yaşında, terbiyeli, zengin bir adam. Hariciye Nezaretinde3 de memur.

İdadiden4 çıkmış, üç-dört sene Fransa’da kalmıştır. Hissiyatı gayet ince, zeki, sinirli bir insan olduğu için çok defa küskün, mahzundur ve itiraf edeyim ki bu küskün hâl onun bir kadın yüzü gibi ince, nazik çehresine pek yaraşıyor. Bir işi uzun müddet kovalayacak, bir kitabı sonuna kadar okuyacak bir yaradılışta değildir. Daima kolay, rastgele öğrenilebilir şeyleri toplayarak onlarla yaşamaya alışmıştır. Böyle olmakla beraber gayet zeki, gayet anlayışlı olduğunu da itiraf ederim.

Memleketini başkalarından çok aşağıda, milletini çok geride gördüğü için bu hâl onda kendi soyuna, kendi milletine karşı bir kayıtsızlık uyandırmıştır. O; vatan olarak dünyayı, millet olarak insanları görenlerdendir. Bunu her vakit itiraf ediyor ve dünyanın bu olumlarından, bu kavgalarından, bu toprak, din, soy dertlerinden uzun uzun şikâyet ediyor ve daima başka bir âlem düşünüyor; öyle bir âlem ki orada ne galip ne mağlup; ne yiyen ne yenilen… Hele bu açlık belalarından çok uzak olsun!..

 

Ben onun kâh büyük bir âlim kâh pek ince bir şair gibi görünmeye özendiğini görerek henüz yürüyeceği yolu kestirememiş, biraz tembel, biraz gevşek bir adam olduğunu anlıyorum. Ancak onu bir ana gibi sevecek, koruyacak, idare edecek bir kadının elinde bu âdetlerini değiştirecek, daha çalışkan, daha az küskün, hülasa daha sevimli bir adam olacağına hiç şüphe yok çünkü yaradılışı yavaş, uysal ve sessizdir. Kendini biraz överek, biraz okşayarak çalıştırmak pek kolaydır.

Daima oturacağı yeri ayna karşısında intihap ettiğine göre kendini güzel bulduğunu sanıyorum. Herkes de onu pek sevimli buluyor. Bana kalırsa sevimli olmaktan ziyade güzeldir…

Vücudu gayet zayıf, otururken pantolonunun dizlerinde ince, keskin kemikleri belli oluyor. Hele bazı günler rengi o kadar soluk, güzel gözleri o kadar süzgündür ki onu, bu hâliyle görüp acımamak için insan pek katı yürekli olmalıdır.

Onunla beraber yaşayacak kadın, azıcık da idareli olur, ona bakarsa bütün varlığıyla kendini bu kadının ellerine bırakacağından hiç şüphe yok.

Bu zayıf hâli, bu zayıf yaradılışıyla bir hariciye memuru olduğu için şüphesiz yanılmıştır. Ancak bilmem nasıl oluyor, herkes onun az zamanda büyük yer tutacağını, bir zaman gelip sefir,5 nazır6 olacağını söylüyorlar!..

Birisi bu. Diğerine gelince bu pek sıcakkanlı, pek samimi bir gençtir.

Sultaniden7 çıkmış, bir-iki seneden beri Düyun-ı Umumiye İdaresinin8 en gözde, en seçkin memurlarından biridir. Yaşı, ötekinden biraz daha genç görünüyor. Ancak yirmi beş… Kumral bir baş, ateşli ela gözler ki baktığı yeri yakamazsa bile pek ziyade ısıtıyor!

İnce fakat en güzel, en sağ, en diri bir vücut. Saf ve merttir. Bilmediği şeyleri bütün kuvvetiyle dinler, öğrenmek ister.

Kuvvetiyle kendini tanıtmış bir milletin evladından olduğuna pek memnundur; iftihar eder, övünür.

Beraber yaşayacağı kadının kendisini idare etmesini asla beklemeyecektir. Yaradılışının ona bağışladığı bu kuvvet, bu güzel vücut ile her zaman kuvvetli, her zaman galip olarak yaşayacaktır ve gözlerinde öyle bir hâl vardır ki bir kadın ona itimat edebilir, güvenebilir. Bir kadın bu hâl ile ona mağlup olarak yaşamaktan bir zevk, bir tat duyar!

Bunların biriyle bir sefire, belki bir nazıra, diğeriyle bir erkeğe arkadaş olmak var. Ben zavallı, ikisinin arasında şaşkın, âciz, sizden imdat bekliyorum. Doğru yolu gösteriniz. Eğer bana cevap vermeyecek, ikisinin arasında pek bir taraf olmayan gönlümü kendi hâline bırakacak olursanız, herkesin yaptığı gibi kuvvetin mağlubu olacağımdan ve bir erkeğe arkadaşlığı tercih ederek ikincisinin koluna gireceğimden şüpheleniyorum!..

Söyleyiniz, bunu böyle yapıvereyim mi?

1911

KORKU 9

Sevgili Velika!

Sana bu mektubu Türk toprağında, yüksek dağlar arasında kalmış pek ufak bir kasabacık olan “Taçlı”da, Papa Kosta’nın beyaz kireç sıvalı küçük evinden yazıyorum.

İki taş arasında kalmış bir yosun parçasına benzeyen bu yerde, korku içinde kaldığıma, hiçbir şey yapamadığıma bilsen ne kadar üzülüyorum. Geceleri geç vakte kadar ağacın önünde oturarak seni düşünüyorum. Büyük yeminimizi düşünüyorum. Sensiz çalışmak benim için bir azap oluyor; sensiz, gözleri olmayan bir zavallı gibi karanlığı ellerimle yoklayarak, her adımda bir tehlikeye düşmekten korkarak yürümeye çalışıyorum.

Şimdiye kadar belki kırk defa Papa Kosta’ya seni söyledim. O, ayaklarını ateşe uzatarak beni dinler ve güler.

Bu sabah erkenden odama gelerek sana mektup yazarsam gönderebileceğini söylediği vakit ne kadar sevindiğimi görerek o da şaştı. Hemen kaleme sarıldım, benim güzel kardeşim, sana geçen bir ayda başımdan geçenleri yazacağım.

Bir kabahat yaptım mı? Bilmiyorum. Papa Kosta’ya çok defa bu suali sordum. O her vakit benim iyi bir kızcağız olduğumu ve zaman elverirse pek çok çalışabileceğimi söyler.

Fakat bilmem, belki bunlar doğru değildir. Herhâlde bunları senden dinlemek lazım, güzel Velikacığım. Bana derhâl göndereceğin bir mektubunda, iyi bir kız olup olmadığımı söyleyeceksin.

İnan ki senin sözlerin gönlümü dolduran kara düşünceleri silecek, beni korkulardan kurtaracak, yolumu açacak, aydınlatacaktır.

Velikacığım, senden ayrıldığım gün akşama doğru Başef geldi ve artık vaktin geldiğini, beni beraber götüreceğini söyledi. Onları Gospodin Pavin’in dairesinde bulacağımızı sanıyordu. Fakat gece yarısına kadar beklediğimiz hâlde, oraya hiç uğrayan olmadı. Bir aralık Basef tekrar gelip beni, seninle pek iyi tanıdığımız bir yere götürdü.

Hepsi oradaydılar, kadınlar da vardı. Kapıda, o hayvan karıya tesadüf ettim ve onun hakkında söylediğin şeyler için sana pek çok hak verdim. Vasilef, Petrof ayrı oturarak benimle konuştular. Petrof, bütün adresleri yazdırarak bunları ezberlemeye mecbur olduğumu söyledi.

Oradan çıkarken tekrar o kadın yolumu kesti ve sana yaptıklarını orada, başkalarının gözleri önünde bana da yapmak istedi ve seni sordu. Ben, bu tesadüften asla memnun olmadığımı kendisine söyledim. Hiç darılmayarak sana selam götürmemi tavsiye ediyordu. Yola çıkmadan evvel eve gitmek, uyumak istedim. Bu düşünceyle Başef’ten ayrıldım. Fakat yolda, hemşireme gitmek daha ziyade hoşuma gittiği için oraya döndüm. Ertesi gün, akşam olduktan sonra Başef tekrar geldi ve bana, Sinver’e kadar arkadaşlık edecek adamı getirdi. Beraber yemek yedik, onun Naper’de oturduğunu, büyük üzüm bağları olduğunu anlattı.

İki saat sonra katarda 10 idik.

Velikacığım, ne olursa olsun yeni tanınmış bir adamla, yarım aydınlık bir vagon içinde yolculuk etmek insanı düşündüren, mahzun eden bir şeydir. Hele benim gibi gönlü henüz pek kuvvetli olmayan bir kız için.

Gece yarısından üç saat sonra katardan indik. Sonbahar… Sabaha karşı acı bir serinlik vardı, titriyordum. İstasyon rıhtımı üzerinde gezinerek uzun müddet araba bekledik.

Gökte yıldızların bu kadar çok ve parlak olduğuna şimdiye kadar dikkat etmemiş olduğumu düşünüyordum ve aklımdan yumuşak, sıcak yatağım geçiyordu. Acaba Sinver’den nasıl geçeceğiz? Arkadaşlarım Türkiye kaçaklarındandılar, acaba bunlar nasıl adamlardı? Bu sualler bana bir üzüntü veriyordu.

Sabaha karşı, gayet iyi bir karısı olan Aleksi Ponof’un evine indik. Sıcak bir çay içtikten sonra yattım ve günün yarısına kadar uyudum. Kalktığım vakit Aleksi, değiştireceğim esvapları getirmişti. Bunlarla pek dilber bir köylü kızı olduğuma inan… Biraz eskicelerinden seçilmiş olmakla beraber bana pek ziyade yakıştığını Aleksi’nin küçük kızı bile itiraf etti.

Bu üst başla kapının önüne getirilen semerli bir beygire bindiğim zaman güneşin batmasına üç saat vardı.

Hiç alışmadığım için semerin üstünde pek çok zahmet çektim ve günaha girdim Velikacığım. Çünkü öyle bir şey ki insanın elinde değil… Ve başka türlü oturmak da olmuyor.

Güneş batıyordu, biz de “Boçkır”a giriyorduk. Köyün kenarında, bir evin önünde beni beygirden indirdikleri zaman yürüyemeyecek kadar rahatsız olduğumu duyuyordum.

Büyük bir ocakta ateş yanıyor, küçük bir kandil bu odayı aydınlatıyordu.

Bir yüzbaşı, çizmelerini ateşe doğru uzatmış oturuyordu. Benimle beraber gidecek dört arkadaş ve kılavuz da oradaydılar. Biraz oturup konuştuktan ve burada akşam çorbasını, ömründe pek seyrek tesadüf edeceğim bir iştahla yedikten sonra, bu dehşetli arkadaşımla yola çıkmaya hazırlandık. Aleksi veda etti. Hepsi kalpaklarını çıkararak onu selamladılar. Karanlıkta uzaklaştı. Arkama baktım. Köyde hiçbir aydınlık görünmüyordu. Yalnız ağaçların, evlerin gölgeleri belli oluyor ve uzakta bir köpek havlıyor, yolun kenarında her çalı bana bir adam gibi görünüyordu. Soğuk rüzgâr beni boğacak bir haydut gibi kulaklarımda uğuldayarak geçiyordu. Uyku içinde gibi ne kadar yürüdüğümüzü, nereye geldiğimizi asla bilmiyordum.

Bu yolculuk ne kadar sürdü bilmem… Bir köpek sesiyle silkindim. Bir asker uzaktan, görünmeyen bir yerden parola soruyordu. Burası bizim Sinver Kulesi’ymiş.

Köpeği tuttular. Kapının yanında duran zabit beni selamladı. “Yolunuz açık olsun.” dedi. Beni taşıyan beygiri burada bıraktık. Çünkü bundan sonra yolu bırakacak ve orman içinde işaretlere bakarak Türk toprağına atlayacaktık. Semerden kurtulduğuma sevindim.

Gece karanlıktı. Geçtiğimiz yer ormanlık. Pek güçlükle yürüyebiliyorduk. Keskin bir yaprak kokusu, yosun kokularıyla karışıyordu. Hiçbir şey düşünmüyordum. Yalnız pek yorgun olduğumu duyuyordum.

Burada Türklerin pususuna düşünceye kadar çektiğim zahmeti sana tarif edemem Velikacığım. Çamlıkları yarıyoruz, ağaçların kütüklerinden atlıyoruz, ne bir köy ne bir ses var. Bitmez, tükenmez bir orman, bir çalılık içinde gidiyorduk. Bir aralık bir dereden, suların içinden geçtik ve bir ormana girdik. Biraz sonra orman bitti ve yol güzelleşti. İşte tam burada da pusuya düşmüş bulunduk. Türkler yerlerini pek güzel bulmuşlar. Birbirimizden ayrı yürüyorduk. Ormanın kenarında ufak bir karaltıya dikkat ediyordum. Birdenbire bir ses duydum. Bir dakika içinde arkadaşlarım kendilerini saklayabilmek için yan tarafa, ağaçlığa doğru koştular.

Aynı zamanda arkamdan, ta kafamın içinde öten iki silah patladı ve birisi bağırdı. Ben şaşırmış, donmuştum. Soğuk bir el, demir bir pençe ensemden yakalamıştı. Yanımda, ağaç gölgesi gibi bir adamın gölgesini gördüm. İnan ki Velikacığım, bu adam isteseydi kafamı bir piliç kafası gibi koparabilirdi. Beni sürükledi, bir ağacın altına götürdü. Yaklaşınca kendimi bir diğer adam gölgesinin karşısında buldum. Bir kibrit parladı. Bir dakika içinde genç, parlak gözlü bir Türk zabitiyle göz göze geldik. Kibrit söndüğü vakit gözlerimin önünde iki yeşil yuvarlak dönüyor ve gönlümde o zamana kadar duyduğum nefret yerine büyük bir korku titriyordu. Diz çöküp af istemeye hazırdım. Arkadaşlarım ne oldu bilmiyordum, sonradan öğrendim. Yalnız bir tanesi kurtulmuş, hepsi ölmüşler.

İnce bir patikadan yürürken bütün duygularım susmuş, aklım durmuştu.

Düşün Velika’m! Karanlık bir ormanın içinde dağ kadar, kırk senelik bir karaağaç kadar iri bir Türk neferiyle beraber gidiyorduk.

Şimdi sen bunları okurken benim ziyan olduğumu, bütün dünyanın nefret edeceği bir hakaret gördüğümü düşünürsün, değil mi? Hayır Velika’m! Bu adam bana elini bile sürmek istemiyordu.

Bu ne tuhaf, ne düşünmediğim bir şeydir. İşte bunları gördüğüm için bugün, bu adamların karşısında korkuyorum. Onlar, kuvvetlerinden o kadar emin görünüyorlar ki bunu görüp korkmamak kabil değildir.

 

Biraz sonra Türk Kulesi’ne girdik. Toprak içine kazılmış, sazla örtülmüş uzun bir koğuşta, sıra sıra askerler yatmışlardı. Bizi görünce hepsi kalktılar. Burada ağır bir koku, uyku kokusu vardı. Omuzumdaki küçük torbayı ocağın yanına koyarak durdum. Bana çevrilen bütün gözler, avda tutulan bir karacaya bakar gibi bakıyorlardı. Bana bir işkence edip etmeyeceklerini bilmiyordum fakat herhâlde üzücü birçok sual karşısında kalacağımı sanıyordum.

Biraz sonra dışarıdan gelen birisi beni kaldırarak zabitin odasına götürdü. Esiri olduğum bu zabit, itiraf edeyim ki Velikacığım, pek güzel bir erkekti.

Sen, Sinver’i bekleyen bir Türk zabitini nasıl düşünürsün? Bir zebani, değil mi? Esmer, iri ve kaba…

Yok, güzel kardeşim, senin kadar nazik, bizim Yavin’den tesirli, hele hiç inkâr edemem ki pek mert, pek erkek.

Ancak yirmi üç-yirmi beş yaşında kadar sanırım. Onun gibi bir insanın böyle dağ kadar neferler arasında oturmaya katlanıp kendi vatanını, kendi yurdunu beklediğini düşündüğüm zaman Velikacığım, günah da olsa itiraf ederim ki kalbimde bir acı duydum ve utandım.

Onun karşısında, insanları kurtarmak için uğraşan bir kahraman hâlinde değil, başkasının bahçesine girmiş bir hırsız hâlinde kaldım. Başımı eğdim. İşte böyle oldu. Bu zabit Fransızca biliyor, Bulgarca da biliyordu.

Burada niçin gezdiğimi sormadı bile… Yalnız adımı sordu, kim olduğumu sordu. Ne vakit, nereden yola çıktığımı, arkadaşlarımın kim olduklarını… Yalnız bunları sordu ve inan ki benimle eğlendi. Bana acıdı. Anlıyor musun Velikacığım? Benim kadınlığım, benim güzelliğim bunun üstünde hiçbir tesir yapmamıştı. Hele böyle dağ başında, ben onun esiri iken bu kadar kendini koruyabilen, kendini saklayan bu genç erkeğe bugün gönlümde bir hürmet, bir saygı var.

Konuşmamız ancak yarım saat sürmüştü. Çizmelerini çıkarmış, yatağının üstünde oturuyor ve pek yorgun olduğu gözlerinden belli oluyordu.

Odadan çıktım, Velika’m! Artık bundan sonra bir daha onu görmedim! Biraz daha koğuşta, ocakbaşında oturduktan sonra beni üç neferle -ve iri bir onbaşı da beraberdi- Taçlı’ya gönderdiler.

Yol üç saat sürüyor, askerler tüfeklerini omuzlarına taktılar, birbiriyle konuşarak arkamdan geldiler. Onlardan pek çok fenalık beklediğime aldandım ve bu, bizim için dehşetli bir hâldir, değil mi Velikacığım? Dehşetli bir hâldir.

Buraya geldikten sonra ben, bir binbaşının karşısına çıkarıldım ve orada iken bana verilen talimata göre Papa Kosta’nın yeğeni olduğumu söyledim. Onu çağırdılar. Ne oldu, ne söz geçti bilmem, beni Papa Kosta’nın evine gönderdiler.

İşte o zamandan beri buradayım güzel kardeşim. Her sabah ağaçların sararan yapraklarıyla pek güzel olan karşıki dağlara bakarak uyanıyorum ve havalar serin olduğu, her gün biraz daha kış geldiği için günü ocağın başında geçiriyorum.

Pek seyrek bir köylü geliyor, görüşüyoruz. Benden talimat alıyor, yine pek seyrek bana mektup gönderiyorlar, geliyor ve ilkyaza kadar burada kalacağım söyleniyor.

Benim ise içimde derin bir korku var. Burası beton Sinver’de gördüğüm gibi genç zabitlerle doludur ve bunlar inan ki Velikacığım, vatanlarını bizim sandığımızdan daha çok seviyorlar, saklıyorlar.

Bunlar korkulacak şeylerdir.

Papa Kosta’ya bunları söylediğim zaman, gözlerini ateşin alevlerine dikerek düşünüyor ve başını sallıyor.

Bizim bir tarlaya attığımız tohumlar, bu adamların çizmeleri altında ezilecek, çürüyecektir.

Bazı onları, evin önünden geçerken görürüm. Bir defa da beni seyreden genç zabiti gördüm. O kadar ağır, o kadar kuvvetlidirler ki benim için korkmamak mümkün değil. Papa Kosta’yı yolda gördükleri zaman gülerek selamlarlar. Hâlbuki onun kim olduğunu benim kadar biliyorlar…

İşte bütün bu şeyler, bu düşünceler benim kanatlarımı kırıyor, gözlerimi karartıyor, beni korkutuyor Velikacığım. Bir gün gele, bu adamlar bizi çiğneyecekler sanıyorum. Benim elimden sen tutacaksın.

Güzel gözlerinden öperim. Mektubunu, öksüz bir çocuğun anasını bekler gibi beklediğimi unutma!

1911
1Yazarın Çığır gazetesinin 1911 tarihli sayısında yayımlanan ikinci hikâyesidir.
2Huşunet: Sertlik, kabalık.
3Hariciye Nezareti: Dışişleri Bakanlığı.
4İdadi: Lise.
5Sefir: Elçi.
6Nazır: Bakan.
7Sultani: Bugünkü Galatasaray Lisesi.
8Düyun-ı Umumiye İdaresi: Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış borçlarını denetleyen kurum.
9Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1911 tarihli 47. sayısında yayımlanmıştır.
10Katar: Tren.