Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Ay ile Ayşe»

Şrift:
 
“Sen nereden geldin?” sorusuna meşhur bilge:
“Ben çocukluk diyarından geldim.” demiş.
 

GİRİZGÂH

Yaşını başını almış kişilerden çocukluk diyarından gelmeyeni yoktur. Kimse annesinden sakallı olarak doğmaz. Ben de onlardanım. Annemin ismi Ayşe idi.

Az mı, çok mu; altmış yaşı geçtim. Az mı, çok mu; irili ufaklı kitap yazdım. “Halk Yazarı” unvanına sahip oldum. Yazdıklarımın hepsi altındır diyemiyorum. Fakat çoğu ve tatlı olanları sadece çocukluk döneminin renkliliği ve zenginliğinden, ter-ü taze yılların tesirinden gün yüzünü gördü. Büyüyegele çok şeye şahit oldum. Dünyanın dört bir yanına gittim. Fakat hiçbiri beni çocukluk döneminde olduğu gibi zenginleştiremedi.

Paris’e gittim, Paris rüyama girmedi. Mısır’a gittim, Mısır rüyama girmedi. Çin, Moğolistan, Hindistan, Pakistan, İran’a gittim. Okyanusun ötesi Texas’a, Chicago’ya, New York’a gittim; onlar da rüyama girmedi.

Rüyama sadece çocukluğum girer. Rüyama Mınbulak köyü girer. Aksu Jabağılı girer. Rüyama her zaman anam, babam, kardeşlerim girer. Ayşe, rüyamda bana bakarak, söylediklerimi tekrarla der. Ellerini gökyüzüne Ay’a doğru kaldırır. Uzun parmakları Ay ışığında daha da uzar. Yaydan çıkan ok gibi olurlar. Gitgide uzayarak Ay’ı dürterler. Ay uyanmaz. Murtaza gelir Ayşe’nin parmaklarının gölgesinde durur. Üzerine düşemeyen Ay ışığının yerine gölgeler sarar Murtaza’yı. Ben beş yaşıma dönerim. Gitme, diye seslenirim babam Murtaza’ya. O gider. Annem Ayşe’nin yanağındaki çukura düşer, çıkmaz. Silueti bana doğru gelir Murtaza’nın. Çocukluğuma sarılır.

Uyanırım ansızın.

Yaşlanınca bugün gördüğünü yarın hatırlayamaz olursun. Fakat çocukluğumda bir zamanlar gördüklerim yarın da olsa aklımdadır. Unutmam. Unutturmaz anılar kendini. Ben de atalarım ve Ayşe’nin salih ruhları şefaatçi olsun diye aldım kalemi elime.

Yazdım.

ŞAFAK SÖKMEDEN AĞARAN TAN

Anne karnından çıkar çıkmaz ilk gördüğünü hatırında tutanlar varmış. Ben doğduğumda evin içi kızıl renge bürünmüş. Bilmiyorum. İstidat sahibi kadar mütefekkir olmadığım belli. Çünkü “Aklım başıma ne zaman erdi, daha ilk gördüğüm ve öğrendiğimden aklımda ne kaldı?” diye bir öteye bir de beriye gözlerimi dikerek bakıyorum, hiçbir şey bulamıyorum. Üç yaş, dört yaş derken her şey gözümün önünde donuk donuk, muğlak. Sadece Aynak Ninem beni arkasına bindirmiş giderken, bir ayağımın lastik galoşu yere düşmüştü, ihtiyar kadının geldiği gibi izini takip ederek yere düşen galoşumu aradığını zor hatırlarım. Aynek Ninemin arkasına bindiğime göre herhalde daha kendi başıma rahatlıkla yürümeyecek yaştaydım.

Murtaza’nın Grişka isminde bir Rus adamla konuştuklarını iyi bilirim. Evimizin doğu tarafında olan duvarı vardı. Murtaza’nın üzerinde kenarları siyah kadife dikilmiş, sarı renkle boyanmış kürkü vardı. Kafasında ise aynı deriden dikilmiş kürk şapka, şapkanın kenarında siyah kuzu post. Sakalı sarı renginden kırmızımsı idi.

Yanında Grişka. Murtaza sapkın kayanın üzerinde oturuyordu. Grişka ayaktaydı. İhtimal baharın rutubet zamanıydı. Çünkü güneş ışığına hayranlıkla bakarak, arkamı evin duvarına dayanarak çömelip oturuyordum.

Grişka ustadır. Bir dülger. Evimizin önündeki Emirekul’un evi şu anda atölye olarak işliyor. Güneşin batı tarafındaki oda, ağaç atölyedir. Doğu tarafındaki ise demir atölyedir. Bir tarafta Grişka çalışırdı, diğerinde Nametkul.

Zannediyorum, konuştukları mevzu Nametkul idi. Benim dinlememem gerek ama yanında duran iki büyük adam konuştuğunda kulağını kapatman mümkün değil. Grişka’nın Kazakçası mükemmel idi. Şöyle dedi:

“Nametkul’un hanımı Züleyha vefat edeli bir seneyi geçti. Kızları Nazipa da vefat etti. Oğlu Baybosın ile birlikte kaldılar. Öyle ise bir şeyler yapıp etmemiz gerek, Murtaza.”

“Haklısın.” dedi Murtaza, sözüne devam ederek:

“Uzun zamandır aklımdaydı. Şu Kırgız tarafında benim Nuralı isminde eniştem var. Onların köyünde eşi vefat etmiş dul bir kadın varmış. Nametkul için uygunmuş.”

“Öyle ise, hemen görüşmek lazım, yazık oldu adama.” dedi Grişka.

Grişka bir oğul, bir kız sahibi idi. Oğlu benden büyüktü, onun da ismi Grişka. Ruslar da gerçekten enteresan bir millet. Babası Grişka, oğlu da Grişka. Başka isim mi bulamadılar? Babası ismi unutulmasın diye oğluna kendi ismini vermiş. İsmim unutulmasın diyor ha, vay canına? Küçük olmama rağmen:

“Murtaza’ya ne oldu? Öyle bir endişesi yok muydu? Neden benim ismim Barshan? Neden bana Murtaza ismini vermediler?” diye düşündüm.

Tabi ki yıllar sonra, Murtaza’nın canını teslim ettiği uzun zamandan sonra ben bu soruyu Ayşe’ye sormuştum, o:

“Sen varken, Batırhan varken Murtaza’nın ismi unutulmaz. ”dedi. Neden bilmiyorum ama kız kardeşim Kur-maş hakkında bir şey söylemedi.

Grişka’nın kızı Nataşa idi. Benimle aynı yaştaydı. Ağaç atölyeye gittiğimde Grişka upuzun ağacı yontuyordu. Rendelendiği ağaçtan kıskıvrak ipince yongalar düşüyordu. Nataşa yere düşen yongaları toplayıp sapsarı saçlarına takıp süsleniyordu. Benim kafama da takıp neşeli neşeli gülüyordu.

Ondan sonra küçük Grişka, Nataşa ve ben üçümüz birlikte Berdımbet deresinin kenarına gidip kaba yonca çiçeği toplar, yaban kene otunun kırmızı çiçeğini, benç kozasını yolardık. Bencin mor renkteki çiçeğine mavi kelebek konar, biz onu yakalamaya çalışırdık. Kelebek uçar. Hepimiz onu kovalamaya yeltenirdik. Yakalanmadan eğrilerek uçar. Biz de eğrilerek koşardık. Bazen düşerdik. Derenin dibinde gümüş gibi parlaya parlaya akan çaya kadar giderdik. Fakat kelebeğe bir türlü yetişemezdik.

Şu anda şaşırmış haldeyim. Acaba, o zaman dört beş yaşta olan bizler, Rus ve Kazak çocukları hangi dilde konuştuk? Hiç hatırlayamıyorum. Benim o dönemde Rusça bilmediğim belli. Herhalde onlar da Kazakça bilmezdi. O zaman nasıl anlaştık? Hayret. Fakat sabahtan akşama kadar birlikte oynadığımızı ayan beyan hatırlarım.

Muhtemelen dört-beş yaştaki çocuklarda birbirini dilsiz anlayan farklı fazilet vardır. Büyüye gele büyükler bu fazileti kaybeder, “Benim dilim, senin dilin…” diye tartışma derdine düşerler. Grişkalar bir gece iz bırakmadan kayboldular. Babama sorduğumda:

“Komşu köye taşındılar.” dedi.

İşte saçları dağınık sarı kafalı dostlarımdan ayrılıp bizim sümüklü karadomalaklarla arkadaş oldum. Diğer türlü bu dünyada yapayalnız yaşamak zor iştir.

Tahminen, 1937’nin Mayıs ayıydı. Murtaza beni komşu köye götürdü. Aslında gün, bayram günüydü. Böyle bir bayramı ilk defa gördüm. Yığın yığın halk vardı. Hepsi kırmızı ve yeşil giysiler giymişti. Ne güzel hayat. Musikiler, şarkılar… Pehlivanların güreşini de orada izledim. At yarışı da vardı. İnsanlar sevinç içindelerdi.

Sonra birden… İğne atsan yere düşmez kalabalığın içinden Küçük Grişka ’yı fark ettim. Onu saçlarından tanıdım. Karasığırcıkların arasında beyaz kafalı toygar gibiydi. Elimden tutan Murtaza etrafına bakarken benim nasıl sıyrılıp gittiğimin farkına bile varmadı.

Beyaz kafalı çocuğun yanına sokuldum. O da beni tanıdı. Çok sevindi. Elimi sıkıca tutarak kalabalığın olduğu yere çekti. Sarı saçlı insanlar çoktu. Dillerini hiç anlayamıyordum. Özellikle kadınlar kırmızı beyaz giysiler giymiş eğleniyorlardı. Birisi eline kutu gibi birşey tutmuş gürül gürül çalıyordu. Bir Rus kadını bana:

“O, barançuk, horoş, horoş!” diye bana simit uzattı. Ne kadar da çok tatlıları varmış. Kadın, Ayşe annemin dikmiş olduğu lacivert gömleğimin ön cebine şekerleri doldurdu. Daha da dolduracaktı fakat bundan başka cebim yoktu. Pantolonumu yokladım, her yeri dikili idi cebi yoktu.

Küçük Grişka ile birlikte el-ele tutuşup gitmediğimiz, görmediğimiz yer kalmadı. Birisi müzvarla buruşturulmuş kahverengi ayıyı oynatarak götürüyordu. Ayı kâh adam gibi susta durur kâh çimenin üzerinde yuvarlanarak oynar. Kafasını yere koyarak ayaklarını gökyüzüne doğru kaldırır, sağa sola dönerdi.

Böylesine ilginç olayı hayatımda görmemiştim. Fakat yakınlaşmaya korkuyordum. Küçük Grişka ise korkmuyormuş, yanına yaklaşıp şeker verdi. Ayı elini koparırcasına şekeri ağzına aldı, başını eğerek diz çöktü. Herhalde teşekkür etti. Hepimiz gülmeye başladık. Gülmek ne güzel. Kim gülerse gülsün; anlaşılıyor. Şu Rus milletinin ne dediklerinden ve ne yaptıklarından hiçbir şey anlayamıyordum. Fakat gülmelerini anladım. Gülmeyi tercüme etmeye ihtiyaç yokmuş. Dünyadan adeta sıyrılarak ayının oynamasına dalıp dururken, etrafımızda duranların hepsi gitmiş. Babamın olduğu yere koşup baktığımda, yoktu! Başladım bu sefer bağırmaya. Orada bulunanlar:

“Hey, bu kimin çocuğu? Yolunu kaybetmiş.” dediler.

“Kimin çocuğusun sen?” diye birileri eğilip bana baktı.

“Murtaza’nın…”

“Baban da seni arıyordu.” dedi birisi.

Başka birisi ise yanyan bakarak:

“Baksana! Orada! Baban işte orada, birkaç kişinin durduğu yerdedir.” diye parmağıyla babamın olduğu tarafı işaret etti.

Bağırarak Tanrı dağlarını velveleye verip tüm dünyayı başa kaldırdım. Yolda bir tane esnek yaş çubuk vardı, elime onu da geçirip ata biner gibi koşarak geliyorum. Ne yapalım, sonunda yetiştim. Babamın yanında bulunanların hepsi köyümüzün büyüklerindendi: Meldehan, Peşen, Baycuman, Alipbay, Musa ve Şakalak.

Gelir gelmez, babamın arkasına yumruğumu geçirdim. Hissetmedi bile. Yanındakilerle konuşarak gidiyordu. Konuştuklarını hiç anlamayan ben daha da sinirlenerek çizme koncuna çubukla vurdum. Meldehan bana dönerek:

“Hey!” dedi.

Meldehan babamdan büyüktü. Sallanan beyaz sakalı vardı. Kafasında beyaz şapka. Üzerinde fermuarı geniş beyaz pantolon, ayaklarında ise lastik ayakkabılar.

“Hey!” dedi. “Murtaza seni Allah’tan istemiş olabilir, hatta senin adına akika kesmiş de olabilir, elini ayağını denk tut bakalım! Sohbetimizi kesiyorsun!”

Küçücük çocuğa koskocaman adamın bu kadar kızması da nedir dercesine ötekiler baktı. Ben de beni şu sinirli adamdan koruyuver der gibi babama başımı kaldırarak baktım.

“Meldehan, Barshan’ı Allah’tan yalvarırcasına istediğim doğrudur.” dedi. Sonra elimden hiç ayrılmayacakmış gibi sımsıkı tuttu ve ileriye doğru çekerek sürükledi. O anda ikimiz de barışmış olduk.

Bundan sonra benimle ilgilenmediler. Büyükler kendilerince farklı konulara geçtiler.

Arkadan acayip sesler duyuldu. Dönerek baktığımızda Taşken, onun öz kardeşi Kerıbay, Ospanalı, Törekul o dönemin delikanlıları aralarında bağrışıyorlardı.

“Şu bahtsızlar yine Rus içkisini içmişler. Baksanıza kafayı bulmuşlar!” dedi Peşen.

Kavga ediyorlardı. Taşken öz kardeşi Karabay’ı koyunu sürükler gibi sürüklüyordu. Ospanalı ve Törekul göğüs göğüse sinirli horozlar gibi dövüşüyorlardı.

Peşen bağırarak:

“Yeter artık! Yapmayın!” dedi.

Meldehan:

“Ne yaparsın, sarhoş deliler laf anlar mı?” dedi.

Niye kavga ettiklerini anlayamadılar. Onları kendi hallerine bırakıp arkalarını dönüp köye doğru yürüdüler. Daha sonra duyduk ki onlardan birisi diğerlerini ihbar etmiş. Yedi kişiden biri. Altı kişiyi aynı anda sürgün ettiler. Bunlardan Baycuman, Kırgız dağlarına doğru kaçıp kurtulmuş.

Babamla geçirdiğimiz bayram gezimiz bu şekilde sona erdi. 1937 tarihindeki Mayısın birinci gününü hiç unutmam. Çünkü o gün, babamla birlikteydim.

KIRÇIL KANATLI CİVCİV

Hem karnı tok olan, kaygısı olmayan hem de üzerinde giyim kuşamı olan beş yaşındaki çocuk için kış günlerinin akşam vaktindeki ayazı ilginç olur. Beş yaşındaki çocuğun beyinciği üzerine kara leke konmamış beyaz kâğıt gibidir. İşte tesirli olay ya da güzel resim şu bembeyaz kâğıda öyle yazılır ki silmek mümkün değildir.

Hâlâ aklımdadır, demir atölyenin önünde aşık kemiği oynayan çocukların arasında ben de vardım. Batan güneşin kırmızı rengi Talas Ala Dağlarının karlı zirvelerini eritmiş gibiydi. Dağların kuzey tarafında bulunan Kara Dağların üstünde mavi pembe kuşlar irticalen küme küme olarak yüzüyor gibiydiler. Kuşlar değil, bulutlardı adeta. Tıpkı Koş-kar Ata diyarında tünekleyen flaman kuşları gibiydiler.

Dağlardaki kar erimiş olsa da hiç sıcaklık yoktu. Kıpkırmızı yüzümüze çarpan şiddetli ayaz sadece bizim Jualı ilçesine bağlı olan Mınbulak köyümüzde varmış meğer.

Köydeki çocukların içinde en büyük olan Seysenbay beni her zaman desteklerdi. Kaybettiğimde aşık kemiklerimi geri verdirirdi. Çocuklar benden büyük olsalar da benden çekinirlerdi. Ortalık kararmaya başlayınca oyun biter, evlerimize dönerdik. Demir atölyenin sıkışık evi önünde sadece yığınla karasabanlar, demir tırmıklar kalırdı.

Ağzımdan ayazın buharı çıkıyordu, derhal eve koşarak girdim. Ayşe’nin tutuşturduğu yedi çizgili lambanın tümsekli olan ampulüne tükürmüşüm. Yedi çizgili cam çırt ederek çatladı. Yedi çizgilinin fitilinde yavaşça yanan ateş sallanarak neredeyse söne yazacaktı ama sönmedi. Gaz dumanının kokusu birden etrafa yayıldı.

Böylesine abes, talihsiz işimi gören Ayşe bana bağırmadı ama şiddetli ayazın soğuğundan çıtırdayan kulağımın memesini eliyle kesercesine çekti. Kulağıma sertçe bir şey batmış gibi oldu. Kanamıştı biraz. Hüngür hüngür ağlamaya başladım.

Ağladığımı duyan dışarıdaki Murtaza hemen yetişti. Kulağımdan kan aktığını görünce Ayşe’ye kızdı. Beni kucağına aldı. Baba kucağında hıçkırarak uyuyakaldım.

Herhalde gece yarısıydı, Ayşe’nin bağırıp çağırmasına uyandım. Camsız gaz lambasının ışığında dimdik duran yabancılar görünüyordu. Onlar Murtaza’yı iteleye iteleye götürüyorlardı. Ayşe bağırarak arkalarından koştu. Tir tir titreyerek ben de çıktım. Dimdik dikilen üç-dört kişi dereye doğru babamla birlikte gidiyordu. Derenin üzerindeki köprü gıcırdadı. Ayşe ile ben de köprüye kadar gitmiştik. Murtaza’nın sesini duydum:

“Dön! Çocuk korkar!” dedi.

Gece ayazı bu sesi tekrarlamış gibiydi. Gıcır gıcır sesler uzaklaştı. Sadece Ayşe’nin ayaklarının altında yatan kar gıcırdıyordu. Ayşe orada öylece kalakalan bana sarılarak kucağına bastı ve gökyüzündeki dopdolu Ay’a bakarak:

“Allah’ım, şu ürkek civcivler, üç yeni doğmuş çocukların ne günahı vardı ki?” dedi.

Dolunay adeta yeniden yuvarlanmış gibi idi. Ben bir lahzada boy aldım. Şimdi beni koruyacak babam olmadığını zihin çevikliği ile hissetmiş gibi idim. Az önce parlayan Dolunay’ı bulut kapladı. Yetimliğin ilk karanlığı her tarafa yayıldı.

Ayşe beni yetim kalan eve sürükledi.

Yıl 1937. Ayaz kadar soğuk, ucube yılı idi. Kanadı kırç tutan genç civciv ben idim. Şimdi aşık kemiklerimi attığımda hep kaybediyor oldum. Önceki gibi kimse yardım etmedi.

BİR KÂĞIT PARÇASI

İki üç gün geçtikten sonra halk düşmanlarının hanımları, çoluk çocukları yaygara çıkarttılar. 1937 yılının Aralık ayında Şakpak Vadisi’nin rüzgârı her tarafı süpürürcesine estiğinde, şiddetli soğuğa karşı göğüs gererek Borandı ilçesinin hapishanesine gittik.

Ayşe beni de götürmüştü. Kurmaş ile Batırhan evde kaldılar. Hapishane dedikleri, etrafında polislerin sardığı at ahırı gibi kerpiçli çadırı olan evmiş. Bundan önce Borandı ilçesinde özel hapishane yokmuş. Çünkü bu ahır gibi yerin etrafını demirlerle kapatmamışlar.

Polis dediğin, üzerinde uzun gri kaput, tepesinde ineğin memesi gibi mahrut şeklinde şapkası olan, soğuk si-malı, ucu sivri mızraklı silahlar tutan insanlarmış. Neden böyle oldukları belli değil ama hepsinin gözleri adeta irinlenmiş, yüzleri morarmış gibiydi. İhtimal, halk düşmanlarına teyakkuz içinde bekçilik ederek gece-gündüz gözleri uyku görmemiştir.

Sadece Mınbulak köyünden değil, diğer taraflardan da bir sürü adam vardı. Demek Jualı ilçesinin halk düşmanları az değildi. Kalabalık, esirleri görmek ve görüşmek için toplanmış.

“Evliya Ata şehrine götürecekler.” dedi birisi fısıldayarak.

“Karasu’ya götürüp öldüreceklermiş.” dedi öteki

“Sibirya’ya sürgüne göndereceklermiş.” dedi beriki.

“Ya Allah! Yar ve yardımcımız ol yarab!” dedi Ayşe.

Böyle söylentiler beş yaşındaki çocuk olan bana çok dokundu, küçücük yüreğimi yakmaya başladı. Hapishaneye sadece bir tane giriş kapısı varmış. Kapıda ise, deve gözü gibi ufak bir delik var. Yüzlerce insan işte bu delikten görüşürmüş. Bir tane gözcüğün ötesinde, bir hayat emaresinin var olduğunu hissediyordum. O delikten parmaklar çıkartıyorlar. Zaten parmaktan başka hiçbir şey çıkamaz. Neden esirler parmaklarını çıkartıyorlar? Parmaklarımızı tanırlar diye mi düşünüyorlar. İnsanı sadece parmaktan nasıl tanırsın ki? Ben Murtaza’nın parmağını tanıyabilecek miydim? Gözlerime yaşlar dolmaya başlamıştı. Ya tanıyamazsam?

Tevkifte olanlar hürriyette yaşayanlara hakaret ediyorlar sanki. Ya da hakaret etmiyorlar ama uygunsuz hareketleri buna benziyordu. Yoksa şu gökyüzü altında duran bizlerden medet dileyerek bir yardım eli mi bekliyorlar? Suya batan kişi son bir kere elini parmağını göstermez miydi? Bunlar da mı öyleydi? Son bir çırpınış. Son bir umut.

Bazen parmak gözükmez olur, yapayalnız bir tanecik göz parlar. Bazen yanar, bazen söner. O zaman tahmin ettiğim gibi esirler, çarçabuk değişerek sıra ile dışardakilere bakarlar.

İçeriden bir gürültü duyuldu. Kalın duvarların ardından sesler, bize açık duyulmuyordu. Belki içerdekiler, kendi eşinin, çocuğunun, anasının, babasının, kardeşinin adını söyleyip bağırıyorlardı. Vedalaşıyorlardı. Fakat bunu anlayan yoktu. Bu seslenmeler, bu vedalaşmalar kulağımıza anlaşılmayan gürültüler şeklinde ulaşıyordu.

“Murtaza burada!” dedi Ayşe birden. Beni elimden çekerek.

“Nerden anladın?” diyorum ben.

“Bilmiyorum.” diyor.

“Gideyim mi?” Ben Ayşe’nin yüzüne dikilerek bakıyordum. O ise, silahlarıyla engelleyerek dimdik duran polisleri izliyordu. Kim ileriye doğru bir adım atarsa, hemen silahıyla göğüsten iter. Hepsi bize doğru bakıyordu. Önümüzde duran uzun boylu, irin gözlü polis sigarayı yakıp başını çevirerek eğildiğinde, ben hızla koşarak hapis kapısının deliğine yetiştim. Fakat kısa boyum yetişemeyince, tabanımı kaldırıp deliğe doğru boynumu uzatarak:

“Baba, babacığım!” diye hüngür hüngür ağladım.

“Murtaza! Murtaza! Oğlun geldi.” diye iç taraftan boğuk bir ses duyuldu.

“Çekilin şöyle! Çekilin, Murtaza geçsin!” Demek Murtaza buradaydı. Bu tek gözlü kapının ardındaydı. Geldi!

“Barshan! Barshan! Sen misin?”

“Evet, babacığım.”

“Arslanım benim.”

“Eve gidelim baba. Ayşe ağlıyor. Ayşe’ye kızma lütfen.”

“Ağlamasın. Şunu al!” Babam bana sarmalanmış bir kâğıdı delikten uzattı. O anda omuzumdan birisi kartal gibi pençeleyerek fırlattı. Ta oradaki kürtün karla kaplanmış çöpün üzerine düştüm. Birileri beni yerimden kaldırarak üzerimi silkeledi. Tavşankulaklı şapkamı temizledi.

“Ağlama, oğlum!”

“Ağlamıyorum ben.” dedim.

Ayşe hemen yetişti. Diz çöküp yüzüme yapışmış karı eliyle temizleyerek yüzümü yüzüne yapıştırdı. Sımsıkı sarıldı. Vücudu tir tir titriyordu. Ağzıma işaret parmağını sokup damağımı yumuşatarak sıvazladı. Bu hareket, korkudan kurtulsun demekmiş.

“Ağlama anneciğim.” dedim teselli ederek. Polisler aniden celallendiler.

“Hadi gidin buradan!” deyip silah dipçiğiyle milletin göğsünden vurarak sıkıştırmaya başladılar.

“Dağılın! Dağılın! Yoksa ateş ederiz.” diye korkuttular. Bir kere de göğe doğru kurşun atıldı. Dumanı çıktı. Halk paniğe düştü. Ejderhadan korkmayan Kazak milleti o anda silah sesinden sonra etrafa yayıldı. Köye döndük. Biraz uzaklaşınca, küçücük avucumda çok sıkı tuttuğum kâğıdı Ayşe’ye uzattım. Ayşe kâğıt sarmasını düzelterek açınca içinden dört tane iğne çıktı. Dikiş makinesinin iğneleriydi. Millet şaşkın şaşkın bakakaldı iğnelere.

“Allah, Allah! Bu iğneleri Murtaza nereden aldı?” dedi birisi.

“Bunda da bir hikmet var?” dedi başkası.

“Ne hikmeti varmış?” diye Ayşe konuştu.

“Geçen Pazar günü çarşıya gitmişti, o zaman satın almış olmalı, unutup cebinde kalmıştır.” dedi. Evimizde Künikey ninemizden kalan Zinger dikiş makinesi vardı. Yolda giderken ağaç dalların üzerinde büzülerek sığırcık kuşları oturuyordu. İnsanların derdine onlar da dertleniyor gibiydi. Kadının birisi:

“Esenlik dolu günler geçsin.” diyerek hüzünlü bir türkü söylemeye başladı. Söylediği türküden ziyade, âh u enînle sızlaması gibiydi.

“Fakat…” diye hemen türküsünü kesti birisi.

“Murtaza’nın iğneyi vermesi de ne? Yine de bunda bir hikmet var.” diye ısrar etti. Ne hikmet olduğu hâlâ belli değil.

PARMAK EMEN BEBEK

Onun doğduğu otuz yedinci yılın yakıcı Temmuzunu zor hatırlarım. Herhalde beş yaşıma geldiğim zamandı. Mınbulak köyünün dere başına alaca çadır evler dikilmişti. Milletin ekin biçme işine giriştiği zamandı.

Batırhan o dikilmiş çadır evinde dünyaya geldi. Havanın açık olduğu yaz mevsimiydi. Pek iyimser insanların kutlamak için çadır evimize gelip gittiklerini biliyorum. Nasıl olduysa da mutlu günler olduğunu hissediyordum. Ardından sonbahar mevsimi, sonra kış oldu. Yaz mevsiminin bereket dolu mutlu günleri göz önümüzden hızla aktı. Murtaza tutuklandı.

O gece yaşanan olaydan sonra Ayşe meme emen bebeğe bakıp:

“Sen sağ salim kalır mısın?” diyerek hıçkırıklara boğulması, memesinden ayırarak yatağa fırlatması, anne sütüne doyamamış bebeğin ya Ayşe’ye ya zamana ya da kaderine şikâyet edercesine çığlık koparması hâlâ göz önümdedir, kulağımda çınlamaktadır. Zannediyorum ki ondan sonra bu çocuk anne sütüne hiç doyamadı. Ayşe’yi her sabah işe götürürlerdi. “Süt emen bebeğin var, sen işini bırak!” deyip kendisine acıyan kim vardı ki? Tasbet mi? Hayır.

Bebeğin günlük hayatı, altı yaşını yeni dolduran bana ve dört yaşını yeni geçen Kurmaş’a emanetti. Bizim hangi günümüz iyi geçer ki. Bebek yürümez oldu. Üç yaşını doldurdu ama ilk adımını atarak ayaküstünde duramadı. Sadece emekliyordu. Çoğu zaman çömelerek oturur oturur ve elinin iki parmağını emer de emerdi. Kürdan gibi parmakları iki beyaz çöpe dönüşürdü. Bir gün kardeşim, yere yuvarlanarak düşüp, acı çığlıklar kopardı. Ben ne anlarım çocuk bakmaktan. Çığlık üstüne çığlık koparıp morarmaya başlayınca, kucağıma alarak atölyeye doğru koştum. Nametkul amcama götürdüm.

Nametkul uzun boylu, fırlak gözlü, çok sabırlı birisiydi. Batırhan’ın karnına basarak ağzını açtı. Beyaz çöpe dönüşmüş parmaklarını tek tek kontrol etti. Sanki birisi etini bükmüş gibi ağlıyordu. Sonra kıçını sıvazlayarak ayak dizlerini okşadı.

“En son ne yedi?” diye şişen karnını hafifçe bastırarak baktı. Ne yediğini ben ne bileyim. Eline ne düşerse onu yer. Bizim evde bir avuç yulaf unundan, bir tabak yoğurttan başka bir şey olmaz ki. Ondan sonra çocuğun ayak parmaklarına baktı. Ayak parmaklarının arasını açınca:

“Ay, Allah!” diye şaşırdı Nametkul. Parmaklar arasında kaynaşan ak kıl kurtlar vardı. Kuzunun kuyruğuna kurt dolmuş gibi eline penç alıp tek tek çıkartarak topladı. Zavallı kardeşim kurtlar çıktıkça ağlamaları dindi, canı rahatlamış oldu. İşinden dönen Ayşe koşarak yanımıza geldi. Nametkul:

“Batırhan’ın ayak parmakları kurtlanmış yenge.” dedi. Ayşe hırslanarak:

“Murtaza giderken, şu ikisine bakarsın ama memedekine… Valla bilmiyorum…” demişti. Dediği oldu işte. Hâlâ malul. Buna bakan da yetiştiren de benim gibi bahtsızın hali ise ortada işte. Çocuğa bak diye emanet edip bıraktığım serseri Barshan’ın hali de belli. Oyundan başka bir şey bilmiyor.”

O anda Ayşe üzerime yürüdü. Ben yakalanmadan kaçtım.

“Hey baş belası, eve gelirsin ya. O zaman, o zaman…”

Nametkul sabırlı bir şekilde:

“Yenge, Barshan hâlâ oyun çocuğu. Neden ona kızıyorsun? Ona da bakan ve yetiştiren birisi lâzım.” dedi. Ayşe çömelerek oturdu ve Batırhan’ı kucağına alıp solmuş olan bağrına çocuğun başını basarak:

“Ben kızmak için kızmıyorum. Yanıyorum ben, yanıyorum. Yoksa Barshan’a niye kızayım ki!” dedi. Her ne kadar böyle dediyse de eve gelince bana iyice dayak attı.

Yıl otuz dokuz. Yaz boyunca Nametkul bizimle ilgilendi. Demir körüğünün sıcak kül korunun üzerinde yumurta pişirir yedirirdi. Tavuk yumurtasını evvela beze sarar. Sonra sıcak küle atarak gömerdi. Biraz sonra eline alır, yanmış bezi siler, pişen yumurtanın kabuğunu soyar, ak olanını bana ve Kurmaş’a, sarısını ise Batırhan’a yedirirdi.

Batırhan ile Kurmaş çoğu zaman Nametkul’un yanında kalır, ben ise sokaktaki çocuklarla oynamaya çıkardım. Bazen Batırhan’ı arkama bindirir, çocukların arkasından koşardım. Doşanay dedemin evinin yanında olan gölete giderdim.

Göletten kastım, bildiğiniz büvet. Talasbay bulağının suyu çoktu. Bent çekerek, bulak yapmışlar. Günümüzün ifadesiyle rezervuar. Havuz dolunca, alttaki suyun akmasını sağlayan çim tıkacı alır, ondan fışkıran su ile pancar sularlar, darı sularlar. Bulak ağzına kadar dolunca geniş göl olur. Su kamışları suyun altında kalır. Küçücük çocuklar için bundan daha ilginç ne olabilir? Hepimiz yüzmeye can atarız.

Yüzmede diğer çocuklar gibi değildim. Acemiyim. Öğrenemedim bir türlü. Öser, Joldasbek gibiler derenin bir ucundan öbür ucuna balık gibi dalıp yüzerler. Allah bana bu kabiliyeti vermemiş ama onun yerine “nefes alınmaz” oyununda önüme kimseyi geçirmezdim. Kim suyun içinde nefes almadan uzun müddet durabilecekse, o kazanırdı. Kazanmak şöyle dursun, kaybeden çocuk kazanan çocuğu sırtına alır, bulağın bir ucundan öbür ucuna kadar yüzerdi. Kazanan çocuk kaybedenin üzerine oturur: “Hadi, eşeğim! Hadi!” diye iki ayağıyla teperek tahrik eder. Bazen bundan kavga çıkardı.

Kenes ismindeki arkadaşımız hakem olur, iki kişiyi “bir, iki, üç!” diye suya daldırırdı. Kurbağa gibi hantalca dalar, sonra suyun dibindeki sukamışına ellerinle tutunarak beklersin. Nefes almazsın. Nefes alırsan, ağzına su kaçar. Dışarıdaki hakemle diğer çocuklar sayarlar. Kim önce çıkarsa, o kaybetmiştir. Ben ise suyun dibinde gözlerimi açar beklerim. Sallanan, hareket eden sukamışını görürüm. Suyun altında orman var. Karma karışık bir hayat. Sukamışlarının arasında bir sürü ayı balığı görünürdü. İhtimal, nazarımı onlara çevirip baktığımdan veya gözlerim teneffüs ettiğinden uzun müddet kalırdım suyun dibinde. Dışarıdan sönük sönük sesler gelirdi. Birisi:

“Ölmüş olabilir.” der gibi olurdu.

İşte o zaman elimi sukamışlarından çekip dışarıya fırlardım. Çocuklar gürültü kopararak alkışlarlardı.

“Herhalde sen borucukla suyun dibinde yatarsın!” dedi kaybeden Joldasbek.

“Ne borucuğu? Borucuk olursa, suyun üzerinde görünmez mi?” diye tartışmaya girerim ben. Joldasbek ’in kısa boyu olmasa, aslında benden büyüktü. Büyüklük yapıp bana “eşek” olmak istemez. Ben ise kabul etmiyorum. Sonunda iş yumruk atmakla biter. Kavga ederken kendime çok tanıdık olan acı bir ses duyuldu. Allah’ım nereden geldiğini göremediğim Ayşe ansızın geliverdi. Elinde Batırhan var. Meğer çok geç olmuş, Ayşe işten dönmüş. Ne zamandan beri Batırhan’ı getirip derenin kenarında olan çimenliğin üzerinde oturtarak: “Hareket etme!” deyip gitmiştim. Bir-iki defa baktığımda çömelerek oturuyordu. Meğer bu çocuk sürünerek kıçıyla hareket edip suyun kenarına kadar gelmiş. Ayşe geldiğinde, Batırhan yarı yarıya suyun içindeymiş. Biraz hareket etse suyun dibine dalardı. Dibinde ise deve bile batardı.

Kaçamadım. Kaçabilirdim fakat inatçı Joldasbek beni yakalamıştı. Ayşe elimi arkama çevirip Berdımbet deresindeki Jalbız büvetine kadar beni getirdi, sonra Batırhan’ı nane otunun üzerine oturttu ve başımı suya daldırdı, daldırdı.

“Madem suya girmek istiyorsun, bat bakalım! Suya Batırhan’ın batmasındansa en iyisi sen bat!”

Derenin öbür ucundan Kamka seslenir.

“Ayşe! Hey Ayşe! Bırak çocuğu! Barshan’a vurma! Canım, bırak çocuğu!”

Ayşe Batırhan’ı kucağına alarak eve gitti. Suya daldırıp dövünce, ağlamaz mıyım ben? Gündüz arkadaşlarımın yanında ağlamadım ama gece Ay’a bakıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Dertten anlayan bir tek Ay vardı.

Beni koruyup kollayan Murtaza vardı. Gerektiği zaman Ayşe’ye kızan Murtaza. O da artık yoktu. Ay’ın da zaten derdi çoktu. Kederlenmişti sanki. Sessizdi her zamanki gibi. Hıçkırıklara boğulmuş ağlayan bana sessiz sessiz baktı.

2,20 ₼