Şehir Mektupları

Mesaj mə
Müəllif:
0
Rəylər
Fraqment oxumaq
Oxunmuşu qeyd etmək
Şrift:Daha az АаDaha çox Аа

1

Ne dersiniz? Baharın uğurlu günleri, birbirini kovalayan yağmurlarla tabii canlılık ve güzelliğini kaybederek sümbülleri perişan, yanakları solgun, ağlamış bir kız oğlan kız güzelliğini andırdı. Her sabah, gül dalında şebnem araştırarak mazmun1 yenileme hasreti çeken şairlerimiz, galiba her seher sicim gibi düşen yağmura tutularak bu ilham giderici kırbacın tesiriyle bütün bütün dilsiz oldular. Bu sene zavallı bülbülü dinleyemedim, taze bir gül koklayamadım, diye üzüntü çeken şairin birine sonbahar mevsimini tavsiye ettim.

Bahar, fâni ömrünün kalanını Adalar’da2 geçirmek üzere o gönül açıcı yerlere çekilmiş gibi oralarda taze ve canlı duruyor. Sanki çimenler yeniden bitiyor zannedilecek derecede yeşermiş, çamlar yeni yapraklanmış görünüyor. Bu mevsimin tabiatı icabı mı nedendir, ne kadar bulutlu, yağmurlu olursa olsun yine seviliyor. Denizdeki dalgalar, en şiddetli sağanaklara hedef olduğu hâlde, büyüyemiyor. O sert rüzgârlar üşütemiyor. Güneş gittikçe ısıtıyor. Akşamları gün batışı, sabahları gün doğuşu manzaralarında yine tertemiz bir hoşluk var. Eğer baharın bir kısmını yaza devreden yağmurlar dinip de bir ikinci bahara erişecek olursak size bir ikinci bahar makalesi yazar, zavallı şairleri teselli edecek bazı dostça hatırlatmalarda bulunurum.

Boğaziçi’nde oturanlar, Şirket-i Hayriye’nin3 seferleri artıracağı yerde, fazla gelir sağlamak için bilet fiyatlarını artırmaya kalkışacağı haberinden pek ziyade endişe etmektedirler. Bu sene pek çok ev kiraya verilemediği gibi eğer bu türlü bir teşebbüs de olursa gelecek sene için daha kötü bir düşüş olacağı meydandadır.

Bakırköy Belediye Bahçesi, gösterilen fevkalade himmetlerden olacak, epeyce donanmış. Mesela kırmızı kına çiçekleriyle, şebboylarla, türlü türlü otlarla tarhlar yapılmış. İnsanın gözüne en ziyade çarpar, bir şey varsa o da akasya ve ona benzer ağaçların sarışın yaprak açmalarıdır. Bir söylenişe göre, arazi tamamıyla kireçli olduğu için, ağaçlar, serpilme gücünden mahrum kalıyormuş. Bir söylentiye göre de dikilen ağaçlar başka cinsten imiş. İnsan bahçeye girdi mi, yerden akseden kırmızı renk ile yukarıdan vuran sarı rengin karışığı içinde kalarak kavuniçine benzer bir gelgeç manzaraya dönüyor. Işık – tayfı incelemeye meraklı bulunanlar, burayı ziyaret ederlerse faydalanmış olurlar.

Yenibahçe’yi4 unutmayalım. Bu sene, o taraflar da oldukça şen. O civarın bütün ahalisi oralara yayılarak akşamları gezinti yapmaktadır.

“Dalları bastı kiraz!”ı şimdilik “Çiğ bal!” bastırdı. Evlerde başı dinç oturmak, çocuk uyutmak, hasta oyalamak, biraz sohbet etmek, yürek çarpıntısına uğramadan bir saat geçirmek kabil değil. Tablayı başına alan, sokak taşından kendini verdi mi, çın çın öttürüyor. Bir ses ki kaza eseri olarak Opera Fransez (Opéra Française) de ötse, binanın akustik5 fennine uygunluğu dolayısıyla, oradakilerin kulak zarları patlar ve sağır yetiştirmek için bir alet icat edildiğine bütün Avrupa’yı inandırır. Herifler direniyor, inat ediyorlar; rica bile edilse kulaklarına girmiyor. Biz göçmen arabalarına “görünür kaza” derken bir de başımıza “görünmez kaza” çıktı. Bakalım, vişne biraz ucuzlasın, ondan neler çekeceğiz?

2

Boğaziçi, yer yer, mesirelerini açıyor. Sefa günleri yine geldi. Baharın kalan kısmı, yaz başlangıcı ile birleşerek ne pek terletici ne de üşütücü esen yellerle, o zarif girintinin kıyılarını ve tepelerini tazelikle kaplamış. İnsan, derhâl bir kayığa veya sandala atlayarak gün batarken tepeden tepeye akseden renk oyunlarını, sahilden sahile vuran renkli dalgaları seyretmeye hevesleniyor. Bakış, her yanı dolaşıp durdukça, o daracık yerde toplanan benzersiz tabii güzelliklere hayran kaldıkça, zevk ve şenliğin buraları terk edeceğine inanamıyor. Bana kalırsa Haliç, yalnız bir Sadâbâd’iyle6 buralara karşı övünemez. Göksu7, manzaraca, ondan aşağı kalır mı? Akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken Küçüksu önüne çıktıkları zaman, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, Kâğıthane dönüşünde bulunur, görülür manzaralardan değildir. Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor. Gece, yıldızlı örtüsünü semaya yayar yaymaz hatıra, yorulmuş zihinlere ferahlıktan ve şenlikten ibaret bir sevinç hissi geliyor; terlemiş alınlara rahat ve huzur verecek rüzgârlar temas ediyor.

Göksu, gölgeler içinde kaldığı zaman, batan güneşin son ışıkları, o hafif karanlık içinde ayrı bir akis güzelliği meydana getiriyor. Sulara doğru eğilen yaprakların uçları, toprağa doğru inen dalların her yanı karararak renk zıtlıkları ortaya çıkıyor. O zaman, ta içerilerden ağır ağır gelen, gittikçe hafifleşen uzak bir gürültü, bir vakit oralarda aksedip kalan neşeli seslerin geri döndüğünü hatırlatıyor. Sanki hatıra, zayıf bir ses hâline gelmiş gibi boyuna tekrarlanarak, gönül âlemlerine mahsus garip bir hüzün duyuluyor, insan, ağlamaya bahane ararken, seviniyor. Sandal ilerledikçe gölgeler koyulaşıyor. Bir yere geliniyor ki oradan öteye geçilmiyor. Uzun, karanlık, titreşimli, derin bir koridoru andıran bir boşluk, iç burukluğu veren bir ıssızlık, gitmemize mâni oluyor, işte Göksu’nun son şairane manzarası.

Gece, oradan çıkılmaya gelmez. Yuvada barınan kuşlar, sanki insanların orada bulunuşundan hoşlanıyorlarmış gibi ara sıra o yıldızlı semaya, sessizce akan suya baka baka ötüşüyorlar. Uçuş yok, yalnız ilahi, tabii bir nağme havalarda uçuşuyor, bir yerde duramayıp yine yuvaya dönüyor. Ayın doğuşu, mehtap töreni ayrı ayrı makamda ötüşlerle icra ediliyor. Beliren yıldızlar; kesik, tesirsiz ziyalarla, oralara esmer gölgeler yağdırıyor.

Ben böyle seyre değer şeylere tesadüf edeceğimi bildiğim için, bu mevsimi oralarda geçiririm. Dün, yine orada idim. Gece, kıyısında düşünceye dalmış olarak sona erdi.

İşte, Göksu’daki duyuşlarımı size yazdım. Geceden bahsetmem dolayısıyla, bir aralık hatırıma geldi. Bir imtihanda, talebelerden birine:

“Gece hayvanlarını say!” derler.

Biçare öğrenci, canının pek ziyade yangınlığından mı nedendir, derhâl taşlayarak:

“Sivrisinek, tahta biti, tatarcık, pire!” diye söylenir.

Nasıl, sizde henüz bu sevimli mahluklardan şikâyet yok mu?

Ben, “Dalları bastı kiraz!”ı “Çiğ bal!” bastırdı derken şimdi bu yadigâr8 çiftleşti. “Kuru kaymaklı, vişneli dondurmam!” diye gece gündüz, sokak sokak dolaşanları ne yapalım? Zavallı talebe, bunları saymayı unutmuş olmalıdır. Eğer sayaydı, belki tam not alırdı.

Allah bilir ya, artık yağmurların ardı alındı gibi. Fakat gözümüz yılmış, havada bir bulut parçası görür görmez, işkilleniyoruz. Bakırköy’den aldığım haberlerde, yağmur Belediye Bahçesi’nde epeyce feyiz ve bereket meydana getirmiş. Hele bilhassa, yapılan havuzu doldurmuş.

 

3

Misafirlik, her vakit iyi değildir. Fakat ne çare! Yaz geldi mi insan, şehrimizi boydan boya kuşatan ve her biri ayrı ayrı bir eşsiz bahar ülkesini andıran gezinti yerlerine gitmek hevesinden de kendini alamıyor. Mesela Boğaz’ın, Hisarlar’dan9 ötede ne kadar semti, mahallesi varsa hiç olmazsa birer gece kalmak; Adalar’ı sırasıyla gezmek, Kadıköy’den başlayarak Kalamış, Fener, Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy, Maltepe, Kartal10 taraflarına doğru uzanmak, benim gibi havalı kimselere hemen hemen yaşamanın bir şartıymış gibi geliyor. Bu gezip dolaşmalar sırasında ahbaplardan birine rastlayarak onda kalmak zaruret hâline geliyor. Yalnız bu gibi hâllerde dikkat edilmesi gereken bir şey varsa o da her ihtimale karşı, ihtiyatlı davranmak ve o yerin hava durumu ile topoğrafyasını hakkıyla öğrenmektir. Eğer bu türlü bir tedbire uymayacak olursanız çok defa rahatsız olursunuz.

Geçen gün, sevdiğim dostlarımdan biri ile Köprü’ye kadar geldik. Dostum, yeleğinin cebinden saatini çıkararak:

“Vapura yirmi dakika var, bana müsaade et.” deyince:

“Vay! Boğaziçi’ne mi?”

Aldırmaz bir tavırla cevap vererek:

“Erenköy tarafına.”

“Bu sene orada mısınız?”

“Hayır, misafirliğe gidiyorum. Bu gece orada kalacağım, çoluk çocuk da beraber.”

“Pekâlâ, Allah’a ısmarladık.”

Ayrıldık. Ertesi sabah, matbaaya erken geldiğim için, kimseyi bulamadım. Köprü üstündeki gazinolardan birine gidip bir nargile tellendirmek istedim. Birinci gazinoyu geçtim. İkincisine oturmak istedim. Ta Ada kahvesine kadar gittim. Haydarpaşa vapuru da geldi. Merak bu ya, “Kimler var?” diye çıkanları seyrederken sözünü ettiğim dostum çıkmasın mı… Beni gördü. İkimizde bir hayret! Biçare arkadaşım, kızamığa uğramış gibi cılk kızıl. Kızı, geceden beri ettiği feryatlara doyamamış, hâlâ hıçkırmaya bahane arıyor. O da kıpkırmızı. İkisi de habire kaşınıyor. Derhâl hatırlarını sordum. Birdenbire dedi ki:

“Senin mekteplinin, sivrisinekle tahtakurusunu gece hayvanlarından (!) saymakta hakkı varmış. Bize sabaha kadar horon teptirdiler. Uyumak değil, durmak bile kabil değil.”

İşte karpuz, işte kabuğu, işte deniz hamamları! Yüzme fenninde ustalığı olanlar hazırlansınlar. Bize bir uğraşma daha çıktı. Köylerde, denize devam edenler ilk bakışta belli olur. Bilmem, hiç dikkat ettiniz mi? Ekseriya başta alafranga bir takke, keten gömlek, burmalı, ucu topuzlu da boyun bağı, açık renk bir ceket, belde jimnastik tokalarını andırır bir kemer, dar, hafif bir pantolon, renkli çorap, şık terlik azmanlarından bir iskarpin, bir elde kayışla bağlı hamam takımı, bir elde de sarımtırak kumaşlı bir şemsiye. Buna bir de gözlük ilave ederseniz, denize alafranga dalıcılardan birini görmüş olursunuz. Bunlar hamamda nargile içmezler, çokça oturmazlar; bir sigara yakıp söndürdükten sonra, ufacık donu çekerek havlu ile ter kurutmak bahanesiyle gezindikten sonra merdivenin altından curp! diye denizin dibine atılırlar. Kulaçlama, köpekleme, sırt üzeri, balıklama, yan çaprazı, dalma, yarama, tarama tarzlarında yüzerek, çıktıktan sonra başlarına birer maşrapa tatlı su dökerek giyinip evlerine giderler. Dejöne (dejeuner) midir, dine (dîner) midir nedir, o türlü yemeği yerler. Ufak bir uykuya yatarlar. Kıyafet değiştirerek işlerinin başına giderler. Bu intizam, fena değil. Bu hâl, sabah akşam aynı saatte olur ki hesapça yedi defa giyinmek, sekiz defa soyunmak icap ediyor. Bir şey değil! Yalnız, benim işime gelmez. Gazeteciler, bu fıkrayı görürlerse sevineceklerdir. Çünkü, kendilerine epeyce sermaye çıkar. Tıp yazıcıları çarçabuk kaleme sarılarak: “Hıfz-ı sıhhat istihmâm fil bahr”11 diye makaleler yazmaya hazırlanacaklar. Bizimkiler de; “Kurtarma”, “Boğulma” başlıklarıyla birkaç fıkra yazarız diye günlük vakaları kızıştıracaklardır.

Ben yüzme bilmediğim için, ekseriya, Kalamış sahillerini severim. İsterseniz denizin ortasına kadar gidin, sular belden yukarıya çıkmaz. Hem, biraz da sıcak olur. Fener de ondan aşağı kalmıyor. Bakırköy hamamlarında da bu kolaylık vardır. Köprüye hiç söz yok. Yalnız, ne zaman girsem altındaki döşemenin, korkunç bir gürültü ile hamamın gövdesinden koparak Haliç’e doğru yüzmeye başlayacağı korkusu aklıma gelir.

Geçen sene, Rıhtım Şirketi’nin seyyar hamamlar yapacağı söyleniyordu. Denize ait faydalı icatlardan olan böyle bir binanın şehrimizde dahi olması gerekir. Eğer şirket bu teşebbüsünü hayırlısıyla başarırsa haylice kazanır sanırım.

Bu türlü hamamlarda hatırı sayılır komedyalar oluyor. Yüzme bilmeyenleri korkutmak, denize itmek, su serpmek eski âdetlerdendir.

Geçen pazar, Köprü deniz hamamında bulunuyordum. Tanımadığım, kuruntulu bir zat, soyunmuş olarak yanıma geldi. Gözümde gözlük olması dolayısıyla beni doktor zannetmiş. Birdenbire dedi ki:

“Doktor bey! Denize aç mı, tok mu, yoksa ikisinin ortası mı girmeli?”

Kendimi hiç bozmadan tabiplere mahsus vakar ile dedim ki:

“Şimdi ne hâldesiniz?”

“Aç!”

“Öyle ise durmayın, girin.”

Ben cümlemi bitirir bitirmez suyun ortasında bir şey patladı. Meğer o kuruntulu yüzücü, fikrince, aç girmek taraflısı imiş. Ben söyler söylemez, gönülden inanarak kendini kapıp hamamın ortasına fırlattı. Fıkrayı arkadaşlardan birine anlattığım zaman, dostum dedi ki:

“Ya o zat, hamam yapma zamanını sorsaydı ne cevap verecektin?”

Dedim ki:

“Bundan kolayı mı var! Ne zaman vaktin olursa o zaman, derdim.” Bunun üzerine, epeyce gülüştük. Şimdi hatırıma geldi, sivrisineklerden incinmiş olan dostuma, keşke deniz hamamını tavsiye edeydim. Dediklerine göre, deniz suyu cilt kabarmalarına çok iyi geliyormuş.

Denizden bahsediyoruz ya, bir hocanın zekâ inceliğini hatırladım. Talebenin biri sorar:

“Hoca Efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?”

Hoca, bunun hikmetini birdenbire akıl edemez. Fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki:

“Çocuklar görsünler de ibret alsınlar diye.”

4

Alafranga geçinen arkadaşlardan biri, geçenlerde, “Malumat”ın12 bir bahsi unutmakta olduğunu söyleyince çarçabuk sordum:

“O bahis hangi bahistir?”

“İspor.”

“İspor mu? İspor ne demektir?”

“İspor İngilizce bir kelimedir ki bizde koşu, yarış, müsabaka, güreş ve buna benzer eğlence ve oyunların hepsini içine alır. Hatta, deniz ve kara avcılıkları da bunun içindedir.”

Ben tafsilatı aldım ya, bu eksiği gidermek ve tamamlamak için, rast geldiğim, duyduğum şeyleri birer birer yazarak size mektup göndermeye karar verdim. Fakat, ne garip tesadüf! Arkadaşımla havanın sıcaklığından, akşamın serinliğinden bahsede bahsede, Şişli’nin Maslak ve Zincirlikuyu13 taraflarına giden caddesinden yürüyorduk, öteden, bir dumandır söktü. Süratte göz kamaştırıcı şimşeği andıran, bir cin arabası görünmeye başladı. Sokaklarımızda alabildiğine gezen, garip hayvanlara ve insanlara bile ağzı açık saldıran köpeklerden birkaçı da ardını bırakmıyordu. Bu geliş öyle hır çıkarıcı gelişlerden değildi, önde bir tekerlek, o tekerleğin çemberine teğet çekilen çizgi istikametine doğru eğilmiş bir vücut, ondan ötede yine bir tekerlek durmadan hareket ediyordu.

Bu alet binicisinin, yaklaştıkça yüz hatları, kıyafeti, tavrı, hâli apaçık beliriyordu. Uzunca, sarışın, kadınların bergamudi14 dedikleri rengin daha açık tonunda. Başında bu âleme mahsus olan damalı kasket, sırtında limoni, keten ve önü âdeta yeleklerin yanlarını kapayacak derecede düğmeli bir ceket, ham ipekten yapılma bir gömlek var. Takma yakalı, püskül boyun bağlı, omuzları geniş, pazusu ve kürek kemiği, adaleleri kuvvetli. Beline bir kuşak dolamış, bir ucu kuşağa, öbürü bismark renkli15 kısa pantolonunun cebine dalmış gümüş veya nikelden bir zincir. Ayaklarında, dizine kadar örten hafif kahverengi bir çorap ile alafranga çarık vardı.

Terlemiş. Akşamın kararsız rüzgârı, velosipedle16 önünde döne döne havlayan kayış bacakların kaldırdıkları tozu, durmadan yüzüne iade ediyordu. Çehresi kir içinde, koltuklarının altı akciğer ve karaciğerlerine doğru bir nemli zemin hâlinde idi. “İspor!” diye söylendim. Binici, bize gururlu bir bakışla bakarak yanımızdan hızla geçti. Bir göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaşacak diye onu seyrederken, kasırgaya tutulmuşçasına, birkaç defa döner gibi oldu. Nazarımız değmiş olmalı ki biçare, edinmiş olduğu süratin verdiği kuvvetle devrilerek alet bir tarafa, kendi de hendeğin yanına yuvarlandı. Bu hâle acınır, değil mi? Fakat ben, gülmekten yanına gidemedim. Arkadaşım, o Frenklere mahsus tavrıyla yaklaşarak Fransızca, kazanın neden ileri geldiğini sordu. Makinenin çivisi mi düşmüş, tekerleği mi eğrilmiş, velhasıl bir şey olmuş. Geçmiş olsun, dedik. Meğer, vaka bununla savuşmuyormuş. İşin daha dehşetlisi varmış. Makineyi kucaklayıp götürmeli imiş. Doğrusu, ya! Yorgunluğun, düşmenin üzerine bu, yenir yutulur şey değil.

Artık, böyle bir vakaya tesadüf edildikten sonra, ne konuşulur? Arkadaşım, bu aletin Avrupa’da meydan verdiği eğlenceler hakkında tafsilata girişmişti. Aman ya Rabbi! Velosiped deyip de geçmeyiniz. Maddi faydalarından başka, sanayide de tatbik edilmiş. Mesela hırsızlık, takip, kızları, karıları iğfalde çok işe yarıyormuş. Hamdolsun, üçüncü noktaya temas eden olaylardan birini biz de şehrimizde gördük, işittik. Beyoğlu’nda, geçenlerde baş göstermiş olan ve bir velosiped binicisi ile zenginlerden birinin kızının Büyükdere’ye17 gidişlerini tasvir eden malum hikâye bu velosipedin son icatlarındandır.

 

Bu aletin mesirelerde yaptığı tesir, ilk garabetini büsbütün artırıyor. Çok kere gençler, bizim kızak kayarken “turna katarı” dediğimiz tarzda dizilerek, öncünün gösterdiği vaziyeti izleyip gelişigüzel bir geçit resmi yapıyorlar. Arada bir yarışma dizisi teşkil ederek baştan öttürülen düdükle birlikte ayaklarını oynatıyor ve istenen yere kadar gidip dönüyorlar. Tabur talimleri gibi ikişer dörder oluyorlar. Muntazam bir hareketle, tekerleri gözeterek sıra sıra koşup duruyorlar. Bunda yalnız bir eksik taraf var ki o da “sağdan geri”ler pek çabuk yapılamıyor. Tornistan mıdır, tornhayt (turn right)18 mıdır nedir? Geriye dönüş hareketi asla yok. İcat edildiği yer, gelişmiş memleketlerin en birincilerinden olduğu için, “geriye dönüş”e delalet edecek belirtilerin hepsi yok edilmiş imiş!

İki ayaklı, iki tekerlekli olan bu gezici mahlukları gördükçe, “Haftalık Malumat”ın seyyar yazıcısı hatırıma geliyor. Geçenlerde yazdığı bir “mektupta”, sinir illetine tutulduğu için, sürekli gezip dolaşma içinde bulunduğunu bildiriyordu. Sorup öğrendiğime göre velosiped, asap düzelmesine, deniz hamamlarından daha fazla hizmet ediyormuş. Bizim yazıcı için bunun kadar iyi, bundan daha lezzetli bir ilaç olamaz. Bir tane alsın. Zaten tabanları, yaya gitme ve hareket yorgunluklarına alışkın; bir taraftan gezer, hastalığın zorladığı şeylere uymuş olur, bir taraftan da kendisini tedavi eder. İkinci olarak her aybaşı vereceği potin parasından kurtulur. Üçüncüsü ise her yere vakti vaktine yetişir. Hele dördüncü olarak Malumat’ın seyyar yazıcısı velosipetlidir, diye gazetesine şöhret aldırır.

Sanırım ki bu velosiped merakı bizim müvezzilere de sirayet edecek. Eski müvezziler ihtiyar, hâlsiz; koşamaz, bağıramazlar. Biraz gençleri de eskileri taklide mecbur olduklarından, gazete satarak geçinen birtakım çığırtkan çocuklara yetişememektedirler. Benim fikrime kalırsa müvezzilerimiz, o baldırı çıplaklara rekabet için, mutlaka velosiped kullanmalıdırlar. Çünkü hem rahat hem de faydalı.

5

Üç günden beri göz ağrısı çekiyorum. Sanki gözlerime yakıcı bir madde dökülmüş gibi cayır cayır yanıyor, kaşınıyor, kanlanıyor, acıyor. Günden güne artan bu elem beni korkuttu. Sevdiğim, bilgisine güvendiğim bizim göz doktoruna müracaat ettim.

Göz hekimi, bir müddet muayeneden sonra dedi ki:

“Göz kapağının altında, içinde hatta bebeğin üzerinde bile yabancı maddeler var.”

“Yabancı maddeler mi?”

“Evet.”

“Fakat… Nasıl olur? Bu kadar yabancı madde benim gözüme girer de ben hissetmez miyim?”

“Acaba, matbaada şaka ederken mürekkep tozu filan dökmesinler.”

“Hayır, böyle bir vakayı hatırlamıyorum.”

“Bu hafta nerelere gittin?”

“Fener’e.”

“Ha! Sebebini bulduk. Araba piyasası, toz duman…”

“Evet hatırlıyorum, pek çok toz vardı. Bir hâlde ki yarım saat sonra gözümün görme derecesi azaldı idi. Hatta yirmi otuz adım ötede bulunanları görmek kabil değildi. Toz, şeffafımsı bir perde gibi yerden semaya doğru kalkmıştı.

Hekim gözlerimi yıkadı, temizledi. Asitborikli su verdi. Nasıl kullanılacağını gösterdi. Gözlerimde ufak tefek yaralarda oluşan iltihap bulunduğu için, vapurdumanı gözlük kullanmamı tavsiye etti. Gözlüğü aldık, taktık. Aman efendim! Ne bela şey imiş! Kendimi, akşamüzeri köprüden geçiyorum zannettim. Tuhaf bir karanlık, düşeceğim diye korkuyorum. Aynaya baktım, garip bir şekil almışım. Dahası var. Ta burnumun üzerinde bir ağır yük. Terledikçe ortalık kararıyor. Durmadan silmeli. Daima temizlik işleriyle uğraşmalı, vesselam.”

Göz hekimi gözlük dediği zaman, nasılsa, “tek gözlük” hakkında fikrini sordum. Bana:

“Gözler, her zaman, denk kuvvette değildir. Hangisinin görüşü zayıf ise, ona göre numaralı taş cam verilir. Tek gözlük, esasında, iktisat için yapılmış ise de excentricite (eksantrisite) yani hoppalık ile züppelik arasındaki alışkanlıkları şıklık avadanlığı arasına katıvermiştir. Çift gözlük alınarak birine adi cam konsa daha iyi olur.” dedi.

Gözlük üzerine, az komik şeyler yapılmış değildir. Hakkında icat edilen hikâyeler veya olagelen gülünç şeyler pek çoktur.

Büyüklerden biri, gözlük heveslisi imiş. Kendisi gayet titiz, kibirli, azametli öfkeli olduğu için hizmetçileri ve adamları korkarlar imiş. Bir gün, evin içinde bir kıyamet kopar. Harem selamlık19 karmakarışık. Herkes efendinin gözlüğünü arıyor. Ayvaz20 at uşağı, bahçıvan bahçede. Büyük kâhya, küçük kâhya, kahveci, ibrikdar21 sofa ile selamlık odalarında. Aşçı, yamakları, kilerci, ayvaz mutfak ile müştemilatında.22 İspir23 ile arabacı, çocukları arabalarla faytonda. Dadı, bacı, taya kadın24, haremin sofa ve odalarında. Halayıklar25 efendinin yatak, yemek, çamaşır, tuvalet hanelerinde. Hanımefendi, kızları elleri böğründe. Efendi hem haremde, hem selamlıkta arama ile meşgul.

Bir velvele, bir azar, bir haşlama, bir çığlık, bir ağlama, bir homurdanma, bir mırıltı, bir korku hükmünü sürdürmekte. Ayvaz sapsarı, kâhya endişeli, arabacı şaşkın, aşçı hayrette. Dadı, bacı gözlüğe lanet okuyor. Halayıklar: “Şeytan aldı götürdü, çalamadan getirdi.” tarzında geri getirme niyazları ediyorlar, iblise söven sövene.

Bu hâl hayli zaman sürer, ev halkı da yorgunluktan nefes almak için birer yer bulurlar. O aralık, baş kâhya huzuruna çıkar. İlkönce, telaş ile ne yapıp ne edeceğini şaşırmış imiş. Bir aralık kendini toplayıp da efendisinin yüzüne bakınca ne görse beğenirsiniz?

Gözlük efendinin alnında duruyor! Fakat efendi, yine ter ter tepiniyor; gözlük bulunmazsa, hepsini kovacağını söylüyor. Kâhya, sözünü bilir takımından olduğu için, efendiyi körlük ile suçlamak istemez; onun tehditlerine karşı:

“Merak etmeyin efendim, buluruz. Şimdilik alnınızdaki gözlük ile vakit geçiştirin de biz de ötekini ararız!” diye cevap vererek efendinin hiddetini yener.

Her neyse! Bize bir Fener’e gitmek kesemizi boşalttırdı; ama, gözlerimizi doldurdu. Vücutça hissettiğim ağrılara gelince kaldırımların bozukluğu dolayısıyla belim epeyce incinmiş; tenim hamam istiyor, gözlerim ağrılıklı, başım beynim uğultular içinde. Elbisemi sormayın, yaka ile öbür kısımları asıl rengini kaybetmiş. Yeleğin düğme bölümleri başka, koltuk ve yan tarafa gelen yerleri yine başka. Kalıkçıdan utandım. Herif, süpürge ile fesimi süpürüp de şak! şak! eline vurdukça, un çuvalı gibi tozuyordu. Âdeta ağarmış. Bir masraf daha!

Fener’in eğlencesi, söylendiği kadar, pek hoş değil. İnsan, arabalara uyup da boyuna gezecek olursa baş dönmesi illetine uğrayacak. Orası sanki araba sirki imiş gibi durmadan dönüyorlar. Ama ne arabalar! Çekçeklerden26 tutun da paraşol,27 bağ arabası, fayton, brik,28, kupa,29 lando,30 yarım lando, tek atlı, çift atlıların hepsinden birer tane var. Atların rengi de çeşit çeşit: Kır bakla, demir kırı, al, siyah, karışık, benekli, beneksiz, abraş,31 bilmem daha neler!

O gezinti yerinde ara sıra merkep binicileri bile görülüyor.

Tuvalet, burada iki şık gösteriyor. Kadınlar, ya bildiğimiz gibi çarşaflı, yaşmaklı32 veyahut yeldirmeli.33 Çarşaflılarla yaşmaklıların çoğu arabalarda. Yeldirmeliler paraşollarda, bağ arabalarında. Fakat inceliği seven bakışlar daha çok sadelikten hoşlandığı için, ikinci kısım daha bir üstünlük kazanıyor. Mesela dolma, helva tabakları ve yenecek şeyler istif edilmiş olan sepet tertemiz bir hâlde arabanın en arkasına yerleştirilmiştir. Onun üzerinde mama dadı, onun üzerinde beyaz dadı, onun üzerinde bey, küçük beyden sonra küçük hanım, ondan sonra çatık çehreli büyük valide ile küçük anne yer almış bulunuyorlar. Arabacıyı sormayın: Kelle tıraşlı, üzerinde on tel püsküllü, kalıpsız, eski fes. Gerdan, surat bakır gibi. Sarışın bıyık, cılız mavi göz, buruşuk alın. Gerdandan sonra kırmızılı bir mintan, yelek gibi beyaz düğmeli. Belde yine kırmızı kuşak, sarı ile siyah arasında bir potur. Çorapsız ayaklara geçmiş, altı kerpiçeli34, yarım kunduralar. Elde kamçı, dudakları habire “cık, cık!” ediyor.

Konuşabildiğini ispat etmek için de: Varda! Destur! diyor. Araba da şık: Uzunca bir kerevet. Tavanı kubbemsi, beyaz örtülü, örtünün yanları püsküllü.

İçerisi şiltelerle, kar gibi çarşaf ve yastıklarla döşeli. Yürürken gıcırdıyor. Koştu mu, içindekilerde yerinde durmak kabil değil. Üzerinde bir zıplama. Sesler gayet titrek, arada bir çığlık: Küçük bey, dilini ısırmış, ağlıyor. Mama dadı şeker veriyor. Beyaz dadı gözyaşlarını siliyor. Büyük anne meraklanıyor; küçük anne, sussun diye çil kuruş sıkıştırıyor. Ablası: “Sus, ayıptır!” diye azarlıyor. Biçare sepet, şangırtı içinde, sallanıp duruyor. Şimdi, Fener’e gider misiniz? İşte, size bir mesire!

1Mazmun: Bir mısrada, beyitte, cümlede, şiirde, parçada, sözde gizlenen anlam, çağrışımlar yaptıran sanatlı söz, deyiş.
2Adalar: İstanbul’a yakın, bugün bie ilçe teşkil eden dört ada: Büyükada, Heybeli, Kınalı, Burgaz.
3Şirket-i Hayriye:1850- 1944 yılları arasında, İstanbul şehir hatlarının bazı kesimlerinde vapur işleten bir Türk anonim ortaklığı
4Yenibahçe: İstanbul’da bugünkü Vatan Caddesi ile Surlar ve Malta arasına düşen bir semt. Ahmed Rasim’in anlattığı zamanda, orada bir koru vardı; çayırlıkta koç güreşleri ve başka şenlikler yaptırılırdı.
5Akustik: Ses tertibatı, işitme düzeni.
6Sa’d-âbâd: Haliç’in ucundaki kıyının kuzeydoğusunu kaplayan Kâğıthane semtine, Lâle Devri’nde verilen ad. Bu semti Haliç’e Kâğıthane deresi bağladığı gibi Göksu ile Küçüksu’yu da Göksu deresi bağlamaktadır.
7Göksu: Boğaz’ın Anadolu kıyısındaki Küçüksu’nun arkasında, deresi, çayırlığı ve buralarda yapılan eğlenceleri ile ünlü bir gezinti yeri…
8Yadigâr: (burada) ‘‘Baş belası’’ anlamındadır.
9Hisarlar: Boğaziçi’nde birbirlerine karşı kıyılardan bakan Rumeli ve Anadolu hisarları.
10Kadıköy tarafının, Marmara kıyısı boyunca, başlıca semtleri.
11A. Rasim’in uydurduğu Arapça bir cümle: ‘‘Sağlığı korumak, deniz hamamlarında yıkanmakla olur.’’
12Malumat: 1895’ten itibaren Baba Tâhir’in çıkardığı, tanınmış bir gazete. Uzun bir süre haftalık,bir aralık da günlük olarak çıkmıştır.A.Rasi, ‘‘Şehir Mektupları’’ kitabındaki yazılarının çoğunu, ilkin bu gazetede yayımladı.
13Maslak: İstanbul’da Şişli kazasından Boğaziçi’ne inen yol üzerinde bir gezinti, dinlenme yeri. Zincirlikuyu: Şişli’ye bağlı semtlerden biri.
14Bergamudi: Turunçgillerden bir meyve olan ‘‘bergamud’’ un renginde, sarımsı pembe.
15Bismark rengi: Koyu kahverengiye çalar bir renk.
16Velosiped (velocipede): Bisiklet.
17Büyükdere: Boğaz’ın Rumeli yakasındaki uzak semtlerden biri.
18Turn right: (İngilizce) Sağa geriye! demektir. Denizcilik ve trafik terimidir.
19Harem, selamlık: Büyük konaklarda kadın ve erkeklere ayrılan yerler.
20Ayvaz: Mutfak ve yemek hizmeti gören uşak.
21İbrikdar: Eskiden misafirlere ibrikle su döken kimse.
22Müştemilat: Büyük bir binaya ek ve gerekli olan küçük binalar.
23İspir: At uşağı.
24Taya: Dadı.
25Halayık: Cariye.
26Çekçek: Dört tekerlekli el arabası.
27Paraşol (paraçol): Tek atlı, üstü kapalı, dört tekerlekli, yanları açık araba.
28Brik: Tek atlı, iki tekerlekli, oturulacak yerleri yanlarında olan araba.
29Kupa: Her tarafı kapalı, dört tekerlekli ve iki yanda pencereleri olan araba.
30Lando: Çift körüklü, dört tekerlekli, büyük araba.
31Abraş: Alaca benekli.
32Yaşmak: Eskiden kadınların giydikleri ve ferace adı verilen manto ile beraber başlarına örttükleri tül. Yalnız gözleri açıkta bırakan bu tülün uçları boyuna dolanırdı.
33Yeldirme: Eskiden, kadınların yazlık mantolarına verilen isim. Yeldirme ile yaşma kullanılmaz, başörtüsü kullanılırdı.
34Kerpiçe (karpiçe): Ayakkabı çivisi, kabara.