Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Sefiller II. Cilt», səhifə 13

Şrift:

II
Jean Valjean Muhafız Alayında

Zamanının büyük bir bölümünü Plumet Sokağı’ndaki o evde geçirirdi ve orada kendisine aşağıda anlatacağımız düzende bir hayat ayarlamıştı: Cosette ve hizmetçi köşkte kalırlardı. Cosette pencere ve kapıları yağlı boyalı güzel yatak odasında yatar, yaldızlı mobilyalarla döşeli oturma odasında oyalanır, duvarları antika halılarla kaplı ve geniş koltukları olan kocaman salonda kalırdı. Bahçe de ona aitti. Jean Valjean, genç kızın odasına kareli perdelerle süslü, ayaklı bir somya satın almış ve antikacı Gaucher Ana’dan aldığı bir İran halısını ayak ucuna serdirmişti. Bu eski zaman mobilyalarının sadeliğine bir renk, bir ifade katmak için Cosette’in salonunu çeşitli biblolarla süsletmişti: küçük bir dolap, bir kitaplık, ciltli kitaplar, yazı takımı, kurutma kâğıdı, sedef kakmalı dikiş masası, Japon porseleninden yapılma güzel bir tuvalet takımı… Yatak perdeleri gibi kırmızı fon üzerine üç renkli kareli perdeler, birinci katın pencerelerinden sarkıyordu. Giriş katının perdeleri ise çiçek desenli, kalın dokuma kumaştandı. Her odaya birer ocak da yerleştirdiğinden böylece kış ayları geldiğinde ev gayet güzel ısıtılabiliyordu. Jean Valjean ise dipteki avluda dehlize açılan o iki odada yaşardı. Taşınabilir bir karyola, ince bir yatak, tahta bir masa, iki hasır iskemle, bir sürahi, bir tahta rafta birkaç kitap; bütün eşyaları bundan ibaretti. Ah, elbette bir de o asla yanından ayırmadığı bavulunu unutmayalım. Odada şömine olmadığından içerisi hiç ısıtılmazdı. Yemeklerini Cosette’le yerdi ve kendi tabağına sadece bir dilim kara ekmek koydurturdu. Eve taşınıp hizmetçi kadını işe aldığında onunla şöyle konuşmuştu: “Genç bayan evin hanımıdır.” Hizmetçi şaşkınca “Peki ama siz efendim?” diye sorduğunda şu yanıtı almıştı: “Ben efendiden daha öteyim, ben babayım.” Manastırda ev işleri yapmayı öğrenen Cosette, evin yönetimini severek üstlenmişti. Neredeyse her gün Jean Valjean, Cosette’i dışarı çıkarıp onunla yürüyüşler yapmayı âdet edinmişti. Onu Lüksemburg Bahçesi’ne götürür, en tenha yollardaki banklarda otururlar, her pazar Saint-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi’ndeki sabah duasına giderlerdi; kilise oldukça uzak olduğundan bu onlar açısından güzel bir gezinti sayılıyordu. Ayrıca kilise SaintJacques-du-Haut-Pas Mahallesi’nde bulunduğundan ve çok fakir bir mahalle olduğundan, Jean Valjean orada zavallılara gönlünce sadaka dağıtma olanağı bulmuş; Thénardier, mektubunda işte bundan dolayı kendisine “Saint-Jacques Kilisesi’nin Hayırsever Beyefendisi’ne” diye yazmıştı! Baba, çoğu zaman Cosette’i de yoksulları ziyarete götürürdü. Hiçbir ziyaretçi Plumet Sokağı’ndaki eve girmezdi; hizmetçi pazara çıkar, alışverişi yaparak eve dönerdi. Jean Valjean çevredeki bir çeşmeden içecek sularını taşırdı. Odun ve şarabı Babylone Sokağı’na yakın kapının iç kısmındaki kaya kaplı bir oyukta korurlardı. Bir zamanlar bu oyuk, Yargıç için bir mağara işlevi görmüştü. Aynı sokağın dış duvarında gazeteler ve mektuplar için bir posta kutusu asılıydı. Fakat Plumet Sokağı’nda yaşayan o üç kişi dışarıdan gazete ve mektup almadıkları için bu kutu sürekli boş kalırdı. Bir zamanların çapkın adamına sevgililerinden gelen mektupları taşıyan ve koruyan o posta kutusuna artık sadece vergi tahsildarlarının tebligatları ve muhafız alayının bildirileri atılıyordu çünkü evin sahibi Mösyö Fauchelevent, muhafız alayında bir nöbetçiydi. 1831 yılında yapılan sayım sonrasında hakkında yapılan araştırma neticesinde Picpus Sokağı’ndaki manastırdan alınan o iyi referans, valiliğe yeterli görünmüş ve Jean Valjean’ın bu nedenle ulusal bir görev almasını sağlamıştı. Bu nedenle, yılda üç-dört kez Jean Valjean bu ulusal üniformasını üzerine giyer ve görevinin başına geçerdi. Böylece en azından insan içine çıkma fırsatı yakalayabiliyor ve az da olsa yalnızlığını paylaşma imkânı buluyordu. Jean Valjean artık altmış yaşını doldurmuştu ve yasal olarak emekli olabilirdi. Ancak hâlâ dış görünüşüyle daha genç gösteriyor ve görevinden de ayrılmayı hiç düşünmüyordu. Aslında onun başçavuşa açıklamalar yapmaya, Lobau Kontu’yla tartışmaya niyeti yoktu. O kimliğini herkesten gizliyor; adını, yaşını, her şeyi saklıyordu. Ayrıca yukarıda belirttiğimiz gibi o, gönüllü bir nöbetçiydi. Vergilerini ödeyen herhangi bir vatandaşa benzemek, onlardan biri olmak, bundan böyle onun tek gayesiydi. Tek bir amacı vardı, o da içten içe bir melek gibi yaşamını sürdürmeye devam etmek ancak dışarı çıktığında soylu biri gibi görünmek. Size bu noktada kısa bir detay daha vermek isteriz. Jean Valjean, Cosette’le dolaşmaya çıktığında anlattığımız gibi şık giyinir ve emekli bir subaya benzerdi. Fakat genelde akşam vakitlerini seçerek kendi başına çıktığında üzerine sıradan bir işçi kıyafeti giyerdi ve o gür beyaz saçlarıyla yüzünün yarısını kapatan bir şapka takardı. Bunu neden yapıyordu? Kibirsiz olduğundan mı, önlem almak için mi? Herhâlde böyle yapmakla her ikisini de uygulamış oluyordu. Cosette, babasının bu tuhaf davranışlarına artık alışmış olduğundan buna hiç tepki göstermezdi. Hizmetçi kadın ise Jean Valjean’a o kadar derin bir sevgi ve saygıyla bağlıydı ki onun kutsal bir kişiliği olduğunu düşünür, yaptığı her şeyin doğru olduğuna inanarak onu sorgulamazdı. Hatta bir seferinde Jean Valjean’ı uzaktan gören bir kasap ona şöyle demişti: “Efendiniz çok tuhaf biri.” Kadın ise ona şöyle karşılık vererek ağzını kapatmıştı: “O bir azizdir!”

Jean Valjean, Cosette ve hizmetçi kadın, üçü de sadece Babylone Sokağı’na açılan kapıyı kullanırlardı. Pencere parmaklığından bakmak şartıyla onları görebilmek mümkündü. Kimse onların Plumet Sokağı’nda oturduklarını düşünemezdi. Bu parmaklık ve demir kapı, sürekli kapalı olurdu. Jean Valjean ilgi çekmemek için bahçeyi olduğu gibi bırakmıştı. Belki de bunu yapması bir hataydı.

III
Foliis Ac Frondibus 6

Yarım asırdan fazla bir süre kendi hâline bırakılan bahçe, olağanüstü ve büyüleyici hâle gelmişti. Kırk yıl önce yoldan geçenler, taze ve yemyeşil derinliklerinde sakladığı sırlardan şüphe duymadan ona bakmaktan vazgeçtiler. O çağın birden fazla hayalperestinin, düşüncelerinin ve gözlerinin; bu eski, asma kilitli, bükülmüş, sendeleyen, iki yeşil ve yosun kaplı sütuna sabitlenmiş, garip bir şekilde anlaşılmaz bir eski moda alınlık ile taçlandırılmış parmaklıkları arasına gizlice girmesine izin vermişti. Bir kenarda taş bir sıra zamanla yosun bağlamış ve yer yer harabe birkaç heykel, duvarda ise yağmur ile kardan kararmış ve çürüyen tahta kafesler görünürdü. Bahçe üzerinde artık ne çiçek tarhları ne de çimenlik alanlar bulunuyordu, bahçenin arasında dolaşılan yollar bile yabani bitkilerle kaplıydı, her yerde ısırgan otları bitmişti. Her ne kadar bakımsız görünse de bu bahçede her şey, yaşama sevincinin o ilahi gayretini gösteriyordu. Doğal gelişme burada egemenlik sürüyor, ağaçlar dikenlere eğiliyor, dikenler ağaçları resmen kucaklıyordu. Yerlerde sürünen bitkiler havalanarak yukarıdaki bitkilere sarılıyor, rüzgârda dalgalanan bitkiler yosunlu topraklara eğiliyordu. Burada bitkiler derin ve sıkıca birbirlerine sarılmış, ayrılmamak üzere tutunmuşlardı. Burası artık bir bahçe değil, büyük bir çalılıktı; yani bir orman gibi içine girilmesi zor, bir şehir gibi kalabalık; bir yuva gibi titreşen, bir kilise gibi loş; bir demet çiçek gibi hoş kokulu, bir mezar gibi ücra ve bir topluluk gibi canlıydı.

Floréal’de7 kapısının arkasında ve dört duvarı içinde özgür olan bu muazzam çalılık, gizlice filizlenme işine girerdi; yükselen güneşte titrer, neredeyse kozmik aşkın nefeslerini içen ve nisanın öz suyunu hisseden bir hayvan gibi damarlarında yükselir, kaynar ve muazzam harika yeşil buklelerini rüzgâra sallardı; rutubetli toprağa, tahrif edilmiş heykellere, köşkün ufalanan basamaklarına, hatta ıssız sokağın kaldırımına serpilmiş yıldız gibi çiçekler, inci gibi çiy, doğurganlık, güzellik, hayat, neşe, parfüm gibi kokular salınırdı etrafa. Öğle vakti bin beyaz kelebek oraya sığınırdı ve o canlı yaz karının gölgede pullar hâlinde döndüğünü görmek ilahi bir manzaraydı. Orada, yeşilliğin o neşeli gölgelerinde, bir masum ses kalabalığı ruha tatlı bir şekilde konuşur ve cıvıltıların söylemeyi unuttuğunu uğultu tamamlardı. Akşam, bahçeden hülyalı bir buhar çıkar ve bahçeyi sarar; bir sis örtüsü, sakin ve semavi bir hüzün kaplardı onu; hanımeli ve gündüzsefalarının baş döndürücü kokusu, nefis ve ince bir zehir gibi her yerinden fışkırırdı; dallar arasında uyuklarken ağaçkakanların ve kuyruksallayanların son haykırışları duyulurdu; kuşların ve ağaçların kutsal yakınlığını hissederdiniz; gündüz kanatlar yaprakları sevindirir, gece ise yapraklar kanatları korurdu. Kışın çalılık kapkara olurdu; su damlatır, dallar kurur, titrer ve evi biraz görülebilir hâle getirirdi. Dallardaki çiçekler ve çiçeklerdeki çiy yerine sarı yapraklarda oluşan soğuk, kalın örtüde salyangozların uzun gümüşi izleri görünürdü ama herhangi bir biçimde, herhangi bir açıdan, her mevsimde; ilkbahar, kış, yaz, sonbaharda bu küçücük çit, melankoli, tefekkür, yalnızlık, özgürlük, insanın yokluğu, Tanrı’nın mevcudiyeti her yerden ve her zaman fışkırmaya devam ederdi ve paslı eski kapı, “Bu bahçe bana ait.” der gibiydi. Varennes Sokağı’nın o muhteşem ve klasik konaklarının iki adım uzakta yükselmelerine, Invalideslerin kubbesinin biraz ileride görünmesine, çevre caddelerden arabaların hızla geçmelerine rağmen yine de Plumet Sokağı gayet tenha ve sessizdi. Devrimin gelip geçmesi, burada bir zamanlar oturanların ölmeleri, eski servetlerin batması, yokluk, kırk yıldan uzun süre terk edilen bu ayrıcalıklı yerin eğrelti otları, aslankuyrukları, baldıranlar, civanperçemleri, yüksük otları, açık yeşil yapraklı devasa bitkiler, böcekler; bütün bunlar yeniden bu vahşi bahçeye dönmüş, onu ele geçirmişlerdi. Bu geri dönüş, toprağın derinlerinden fışkırıp dört duvar arasında vahşi bir yücelik sağlamış ve insanoğlunun sıradan düzenlenmelerinden hoşlanmayan doğaya ve karıncaya olduğu gibi kartala da istediğini yaptıran doğanın yayıldığı yerde, Paris’in bu ücra sokağındaki şu küçük bahçede yeterince gelişmiş ve burada Yeni Dünya’nın el değmemiş ormanlarının havasını yansıtmaya başlamıştı. Aslında herkes, hiçbir şeyin küçük olmadığını, doğanın o derin kavramı içindeki her şeyin ne kadar derin ve engin olduğunu bilir; felsefi olarak hiçbir doyurucu sonuca varılmasa da nedenler gibi sonuçlar sınırlanmasa da izlemeyi seven ve düşünen biri birliğe varmak için dağılan bu güçler karşısında sarhoşa döner. Bulutlara şiddet uygulanır, yıldızın ışıması güle yarar, hiçbir düşünür akdikenlerin kokularının yıldızlara faydalı olduğunu inkâr edemez. Bir molekülün katettiği mesafeyi kim hesaplayabilir? Sonsuz büyükle sonsuz küçük karşılıklarının metcezirini, nedenlerin uçurumlardaki yankılarını, yaradılışın çağlarını kim tam olarak bilir? Un ve peynirlerde oluşan o küçük kurdun bile önemi vardır; küçük bir büyük, büyük bir küçüktür aslında. Güneşten tutun da çiçeklerin içindeki küçük böceklere kadar kimse kimseyi küçümsemez, her birinin diğerine ihtiyacı vardır çünkü. Aydınlık, dünya kokularını göklere verirken ve gece, uyuyan çiçeklere yıldız özlerini dağıtırken doğa her zaman ne yaptığını gayet iyi bilir. Uçan her kuşun ayağında sonsuzluğun ipliği vardır. Bir solucanın doğuşu, Socrates’in yücelişi ölçüsünde önemlidir. Teleskobun bittiği yerde, mikroskop başlar. Hangisinin daha güçlü bir görüşü olabilir? Bu noktada seçim sizin! Bir küf, çiçeklerden oluşan bir öbektir; bir bulutlanma, yıldızların kıyametidir. Akıl olayları ile madde olaylarının çözümlenemez karışımıdır; ögeler ve prensiplerin iç içe geçişi bu şekilde birleşir, çoğalır, birbirlerine bağlanır ve böylece somut evrenle soyut evreni aynı ışığa çıkarırlar. O geniş kozmik değişmelerde evrensel yaşam, bilinmeyen ölçülerde gelir gider; her şeyi akımların görünmez sırrında yuvarlar, her şeyi kullanır, ne bir hayali ne de bir uykuyu kaybeder. Şuraya küçük bir canlı serper, buraya bir yıldız atar, titreyerek sallanır ve yılan gibi kıvrılarak ışıktan bir güç ve düşünceden bir element yaratır. Ortaya çıkmadan her şeyi eritir. Sadece geometrik bir söz olan “benlikten” başka, her şeyi atoma dönüştürerek Tanrı’nın eliyle çiçeklendirir. Tanrı’nın en tepedekinden en aşağıda olana kadar bütün çalışmaları, baş döndürücü bir sistem karanlığında birbirine bağlıdır. Bu şekilde göklerdeki kuyruklu yıldız dolaşımı, bir damla suyun kaynamasına bağlanır ve akılla yapılmış bir makine, ilk motoru bir yavru sinek ve son tekerleği Zodyak olan devasa bir düzen içinde döner durur.

IV
Kapının Değişimi

Görünüşe göre eski zamanlarda ahlaksız sırları gizlemek için yaratılan bu bahçe, dönüşmüş ve iffetli sırları barındırmaya uygun hâle gelmişti. Artık çardaklar, begonvil alanları, tüneller veya mağaralar yoktu; her şeyin üzerine bir perde gibi düşen muhteşem, dağınık bir karanlık hâkimdi. Bu karanlık bahçe artık bir cennete çevrilmişti. Hangi tövbe unsurunun bu geri çekilmeyi sağlıklı kıldığını söylemek mümkün değil. Bu çiçekçi kız şimdi çiçeklerini ruhlara sunuyordu. Bu cilveli bahçe önceden kesinlikle tehlikeye atılmış, şimdi iffetli ve alçak gönüllü hâline geri dönmüştü. Bir bahçıvanın yardım ettiği bir başsavcı, kendisini Lamoignon’un devamı sanan iyi bir adam ve onun Lenôtre’un bir devamı olduğunu düşünen bir başka iyi adam onu çevirmiş, kesmiş, karıştırmış, süslemiş ve kahramanlık unsuru bir abide hâline getirmişti; doğa onu bir kez daha ele geçirmiş, gölgeyle doldurmuş ve aşk için düzenlemişti.

Ayrıca bu yalnızlıkta aşka oldukça hazır bir kalp vardı. Aşkın sadece kendisini göstermesi gerekiyordu; onun burada yeşillik, çimen, yosun, kuşların görünümü, yumuşak gölgeler, çalkantılı dallardan oluşan bir tapınağı ve tatlılıktan, inançtan, samimiyetten, umuttan, özlemden ve yanılsamadan oluşan bir ruhu vardı.

Cosette, daha çocukken manastırdan ayrılmıştı; on dört yaşından biraz daha büyüktü ve tam da nankörlük yapabilecek yaştaydı. Gözleri dışında güzelden çok, sade bir görünüme sahip olduğunu daha önce söylemiştik. Çirkin bir yüzü yoktu ama aynı zamanda beceriksiz, zayıf, ürkek ve cesurdu; kısacası yetişkin bir küçük hanımefendiydi artık. Eğitimi bitmiş yani ona din, hatta ve hepsinden önemlisi bağlılık öğretilmişti, sonra da “tarih”. Yani manastırda, coğrafyada, gramerde, havarilerde, Fransa krallarında, biraz müzikte, biraz çizimde vb. gerekli olan tüm bilgilerin eğitimi verilmişti ama diğer tüm açılardan bakıldığında tamamen cahildi; bu ise onun gibi genç bir kız için büyük bir çekicilik ve tehlikeydi elbette. Bir genç kızın ruhu karanlıkta kalmamalıdır; daha sonra, karanlık bir odada olduğu gibi orada çok ani ve çok canlı seraplar oluşur. Gerçeklerin sert ve doğrudan ışığıyla değil, yansımasıyla nazikçe ve gizlice aydınlanmalıdır bu saf ve el değmemiş kalp. Çocuksu korkuları dağıtan ve düşmeleri önleyen, yararlı ve zarif, sade bir yarı ışık. Annelik içgüdüsünden, bakirenin anılarından ve kadının deneyimlerinden oluşan bu yarı ışığın nasıl yaratılacağını ve nelerden oluşması gerektiğini bilen, o hayranlık uyandıran sezgiden başka bir şey yoktur. Bu içgüdünün yerini hiçbir şey tutamaz. Bir genç kızın ruhunun oluşmasında dünyadaki bütün rahibeler bir anne kadar değerli değildir. Cosette’in annesi yoktu. Sadece çoğul olarak birçok annesi olmuştu. Jean Valjean’a gelince o gerçekten de tam bir sevecenlik, tam bir babacanlık örneğiydi ama o sadece yaşlı bir adamdı ve bu tür konularda hiçbir şey bilmiyordu.

Şimdi bu eğitim işinde, bir kadını hayata hazırlamanın bu vahim meselesinde, masumiyet denen o engin cehaletle savaşmak için hangi bilim gereklidir? Hiçbir şey genç bir kızı tutkulara manastır gibi etkili hazırlayamaz.

Manastır, düşünceleri bilinmeyene doğru çevirir. Bu şekilde kendi üzerine atılan kalp, taşamayacağı için kendi içinde aşağı doğru çalışır ve genişleyemediği için derinleşir. Bu nedenle vizyonlar, varsayımlar, olasılıklar, romansların ana hatları, macera arzusu, fantastik yapılar, tamamen zihnin içsel belirsizliğinde inşa edilmiş binalar ve açık kapılar izin verir vermez tutkuların derhâl bir yer buldukları kasvetli ve gizli meskenler, kendileri için gizemli kapılarını bu saf ruhlara sunar. Manastır, insan kalbini yenmek için tüm yaşam boyunca sürmesi gereken bir sıkıştırmadır.

Cosette manastırdan ayrıldığında Plumet Sokağı’ndaki evden daha tatlı ve tehlikeli bir şey bulamamıştı. Özgürlüğün başlamasıyla birlikte yalnızlığı yine de devam etmişti, kapalı bir bahçe ama buruk bir yalnızlık vardı hayatında; zengin, şehvetli ve mis kokulu bir doğa; manastırdakiyle aynı rüyalar ama genç adamların bakışları ile parmaklıkların arkasından açılan yeni ve farklı bir dünya! Yine de oraya vardığında tekrar ediyoruz, o daha hâlâ bir çocuktu. Jean Valjean, bu bakımsız bahçeyi ona verdi. “Onunla ne istersen yap.” dedi ona. Bundan büyük bir zevk alan Cosette; tüm öbekleri ve taşları söküp bahçeyi kötü otlardan temizledi; içinde hayal kuracağı zamanı beklerken işte bu bakımsız bahçeyle oyalandı. Bu bahçeyi, çimenlerin arasında ayaklarının altında bulduğu böcekler için severken başının üstündeki dalların arasından görebileceği yıldızlar için de seveceği günü bekledi.

Sonra babasını yani Jean Valjean’ı tüm ruhuyla, iyi adamı kendisine sevgili ve çekici bir arkadaş yapan masum bir evlatlık tutkusuyla sevdi. Mösyö Madeleine’in iyi bir okuma alışkanlığı olduğu okurlarımız tarafından hatırlanacaktır. Jean Valjean bu alışkanlığından hiçbir zaman vazgeçmedi; kendisini, kendiliğinden geliştirdiği gerçek ve alçak gönüllü bir zihnin gizli zenginlikleri ile belagatine sahip olarak çok iyi bir sohbet arkadaşı da olmuştu. Nezaketini süsleyecek kadar kelimelerinin keskinliğini korudu; aklı kaba bir biçimde işlese de kalbi pamuk kadar yumuşak bir ihtiyar adamcık hâline geldi. Lüksemburg Bahçesi’ndeki konuşmaları sırasında, okuduklarından ve ayrıca çektiklerinden yola çıkarak ona her şeyin açıklamasını yaptı. Onu dinlerken Cosette’in gözleri belli belirsiz şaşkınlıkla açıldı. Bu basit adam her ne olursa olsun Cosette’in yüreğinde yeterince büyük bir yere sahipti; onun bütün özelliklerini, olduğu hâliyle seviyordu genç kız.

Bahçesinde kelebekleri kovaladıktan sonra nefes nefese yanına gelir ve “Ah! Nasıl da koştum ve yoruldum!” der, babasının yanına otururdu. Jean Valjean da onu alnından öperdi. Cosette bu iyi yürekli adama hayrandı. Her zaman onun peşindeydi. Jean Valjean’ın olduğu yerde mutluluk da vardı. Jean Valjean ne köşkte ne de bahçede yaşıyordu; taş döşeli arka avluda, çiçeklerle dolu duvardan ve hasır koltuklarla döşenmiş küçük kulübesinde, önünde püsküllü basit sandalyelerin durduğu ve goblen perdelerin asılı olduğu büyük oturma odasında zaman geçirmekten daha fazla zevk alıyordu. Jean Valjean zaman zaman da bu çok sevdiği biricik kızını kızdırmaktan da hoşlanırdı:

“Kendi odanıza gidin! Beni biraz yalnız bırakın!” derdi. Kızı da babasının odasına geldiğinde çok zarif olan o sevimli ve şefkatli azarlamayla ona naz yaparak babacığının durumunu düzeltmeye çalışırdı: “Baba, odanızda çok üşüyorum; neden burada bir halınız ve bir sobanız yok?”

“Sevgili çocuğum, benden daha iyisini hak eden ve başının üstünde bir çatısı bile olmayan o kadar çok insan var ki.”

“O zaman neden odamda yanan bir soba ve gerekli olan her şey var?”

“Çünkü sen bir kadın ve bir çocuksun.”

“Ah! Erkekler soğukta mı yaşamalı yani, hasta olmak için mi?”

“Bazı erkekler diyelim.”

“Bu iyi, buraya o kadar sık geleceğim ki ateş yakmak zorunda kalacaksınız.”

Sonra yine tatlı nazlarına devam ederdi: “Baba, neden böyle korkunç bir ekmeği yiyorsunuz?”

“Çünkü kızım…”

“Tamam, eğer siz onu yiyorsanız ben de ondan yerim sadece.”

İşte o zaman Jean Valjean biricik kızına kıyamaz ve Cosette’in siyah ekmek yemesini engellemek için o da onunla birlikte beyaz ekmek yemek zorunda kalırdı. Cosette’in çocukluğuna dair kafasını karıştıran bir anısı vardı. Hiç tanımadığı annesi için sabah akşam dua ediyor, bazı düşünceler sürekli olarak aklına takılıyordu. Thénardierler bir rüyada iki iğrenç figür olarak onun karşısına çıkıyordu. Bir gün, bir gece, bir ormana su getirmeye gittiğini ve Paris’ten çok uzakta olduğunu hatırlıyordu. Bir uçurumda yaşamaya başlamış ve onu bu uçurumdan Jean Valjean kurtarmış gibi geliyordu sürekli ona. Çocukluğu; çevresinde kırkayaklardan, örümceklerden ve yılanlardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir zamanın kötü duygularını uyandırıyordu onda. Akşam uykuya dalmadan önce düşüncelere daldığında Jean Valjean’ın kızı ve onun, kendisinin babası olduğu konusunda net bir fikri olmadığı için annesinin ruhunun o iyi adama geçtiğini ve bu adamın bedeni üzerinden onun yanına geldiğini, hatta yanında oturduğunu düşünürdü. Oturunca yanağını onun beyaz saçlarına yaslar ve sessizce gözyaşı dökerek kendi kendine: “Belki de bu adam benim annemdir.” derdi.

Cosette, manastırda büyümüş bir kızın derin cehaleti içerisinde -annelik, bakire bir kız için de kesinlikle anlaşılmaz olduğundan-düşüncelerinde mümkün olduğunca annesine az yer vermeye çalışarak aklındaki karışıklıkları sonlandırmaya uğraşıyordu. Annesinin adını bile bilmiyordu. Kendisine sorduğunda Jean Valjean, ona sadece bir sessizlikle karşılık veriyordu. Sorusunu tekrar ederse gülümsüyordu. Bir kez daha ısrar edip soracak olursa o zaman ihtiyar adamın gülümsemesi yerini gözyaşlarına bırakıyordu. Jean Valjean’ın bu sessizliği Fantine’i hâlâ düşüncelerinin arasında saklamaya devam etmesindendi. Sağduyu muydu bu, yoksa saygı mı? Bu ismi kendininkinden başka bir anının tehlikelerine teslim etme korkusu muydu?

Jean Valjean, Cosette’le küçüklüğünden beri annesi hakkında konuşmaya istekliydi; genç bir kız olduğunda bunu yapması imkânsız hâle gelmişti. Artık cesaret edemiyormuş gibi geliyordu ona. Cosette yüzünden miydi? Yoksa Fantine yüzünden mi? Bu gölgenin Cosette’in düşüncesine girmesine izin verdiği için belli bir dinî dehşet hissediyor ve kaderlerine bir üçüncüyü yerleştirmek istemiyordu. Bu gölge onun için ne kadar kutsalsa ondan o kadar korkulması gerektiğinin de farkındaydı. Fantine’i düşündüğü zamanlarda sessizliğin içinde boğulduğunu hissediyordu. Karanlıkta, parmağı dudaklarında gibi görünen bir şeyi belli belirsiz algılayabiliyordu. Jean Valjean bilinçsizce baskıya mı boyun eğiyordu? Ölüme inanan bizler, bu gizemli açıklamayı reddedecek kişilerden değiliz aslında. Fantine’in adını Cosette için bile telaffuz etmenin imkânsızlığı bundandı işte. Bir gün Cosette ona şöyle dedi:

“Baba, dün gece rüyamda annemi gördüm. İki büyük kanadı vardı. Annem hayatı boyunca neredeyse bir azize gibi yaşamış olmalı.”

“Hem de mutlu bir azize gibi.” diye yanıtladı Jean Valjean.

Bu cevabıyla Jean Valjean mutluydu. Cosette onunla dışarı çıktığında yüreğinin enginliğiyle gururlu ve mutlu bir şekilde onun koluna yaslandı. Jean Valjean böylesine ayrıcalıklı, yalnızca kendisiyle tamamen tatmin olmuş bir şefkatin tüm bu kıvılcımları karşısında kalbinin sevinçle eridiğini hissetti. Zavallı adam titredi, meleklerin sevinciyle dolup taştı; bunun tüm yaşamı boyunca süreceğini kendinden geçmiş bir şekilde kendine ilan etti; böylesine parlak bir mutluluğu hak etmek için gerçekten yeterince acı çekmediğini kendi kendine söyledi ve ruhunun derinliklerinde Tanrı’ya, bir zavallı olarak, bu masum varlık tarafından sevilmesine izin verdiği için teşekkür etti.

6.(Lat.) Yapraklar arasında. (ç.n.)
7.Fransız takviminin sekizinci ayı. (ç.n.)

Pulsuz fraqment bitdi.

3,30 ₼