Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat

Mesaj mə
0
Rəylər
Fraqment oxumaq
Oxunmuşu qeyd etmək
Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat
Şrift:Daha az АаDaha çox Аа

BİRİNCİ DEFTER
TÜRK DÜNYASINI AYDINLATANLAR

YAŞAYAN YAZAR

Ömer Seyfittin XX. yüzyıl Türk Edebiyatının en tanınmış ve meşhur simalarından biridir. Rus edebiyatında Çehov, Özbek edebiyatında Abdulla Kahhar nasıl büyük rol oynamışsa, Türk hikayeciliğinde Ömer Seyfittin öyle rol oynamıştır. O sadece yeni Türk hikayeciliğinin değil, milli Türk Edebiyatının kurucularından biridir.

Ömer Seyfittin 11 Mart 1884 yılında Türkiye’nin Gönen şeherinde doğmuş. Orta okulu bitirdikten sonra, askeri okulda okumuş. Orduda üst düzey görevlerde bulunmuş. ХХ. yüzyıl başında Osmanlılar Türkiyesinin inkırazı nedeniyle halk başına gelen zulümler, sayısız külfetler onun iç dünyasını derinden etkiler ve bu eserlerinde sarih bir şekilde aksıseda bulur.

1911’de askerlikten ayrılır, fakat çok geçmeden Balkan cephelerinde savaşmak izere yeniden çağrılır. 1914’ten sonra askerlikten ayrılır ve yazarlığa başlar. 1918 yılından “Diken” mecmuası, “Zaman” ve “Vakit” gazetelerinde şiirleri, hikayeleri, makaleleri basılır. Ziya Gökalp dışında, İttihad ve Terekki’cilere karşı makaleler yazar. Bunun bellibaşlı sebepleri var, elbette.

İttihad ve Terekki cemiyeti zamandan geride kalan Türkiye’yi modern bir devlet derecesine yükseltmek, bunun için siyasi, iktisadi, kültürel islahatları gerçekleştirmek maksatıyla meydana çıkmış ve ülke hayatında olumlu bir rol oynamıştır. İttihad ve Terekki’cilerin hareketiyle ülke demokrası tarafa yüz çevirmiş, Anayasa kabul edilmiş vs. Ama hürlük, adalet, eşitlik şiarları ile meydana atılan İttihad ve Terekki’ciler iktidara gelenden son belli bir muddetden sonra giderek müstebite dönüşmüş, siyasi muhaliflerini ardı ardına yok etmiştir. Neticede onlar halkın gözünden düşmüş ve hoşnutsuzluk uyandırmıştır. (Cemiyet 21 Aralık 1918 yılındaki son kurultayında tariha karışdı ve Teceddüd fırkasına dönüştü).

Ömer Seyfittin çok genç yaşta, yani 6 Mart 1920’de vefat etti. Ama buna karşın o bir çok ve zamanına göre mükemmel hikayeler bırakmıştır. Yazarın çocukluk yılları hatıratları esasında yazdığı “Ant”, “Falaka”, “Kaşağı” gibi hikayeleri, Osmanlılar devleti bünyesinda vuku bulan hadiseler tasvir edilen “Diyet”, “Bomba”, “Beyaz Lale”, “Pembe İncili Kaftan”, “Бомбa”, “Ferman”, “Forsa” gibi hikayeleri çok meşhurdur.

Ömer Seyfittin ülkesi ve milletini derinden seven ve onun geleceği için ihtimam gösteren vatanperver yazar idi. XX. yüzyıl başlarında Türk toplumunda siyasi güçe sahip bazı gruplar tarafından ülkeyi darmadağın edebilecek, halkı mahdudluğa götürebilecek görüşler teşvik edilmekte, millet ve din düşünceleri inkar edilmekte idi. Bu şeraitta milli birlik, özlüğü anlamak, halkı tek milli gayeyle bir araya getirmek ihtiyaçı meydana gelmişti. Ömer Seyfittin bu tarihi zarureti derinden anladı ve hikayelerinde milletin gelişmesine engel olan illetlerin kökünü, vatanperverlik, milletseverlik duygusunu kirleten olumsuz cihetleri gösterdi, çağdaşının ahlaki manevi dünyasını derinden tahlil etti, onda güzel manevi faziletleri terbiyelemeyi en önemli vazife bildi. Milletin istikbalı, gelişmesi uğrunda mücadele etmeyen kişi yetkin insan değil. Albette, burada milletini sevme ve şovenlik duygularını farklamak gerekir. Milletinin refahını düşünmek, onun birlik içinde olmasını, hür ve özgür yaşamasını istemek tamamile olumlu, progresif hadisedir. Kendi milletinin mumtazlığı, başka milletlerden üstünlüğü gayesi ise, elbette, gerici, olumsuz gayedir. Ömer Seyfittin Türk medeniyetini, ilerici ananalerini savunmuş, milletini yabancı, özellikle insaniliği mahvedici kozmopolit, hodbinlik duygularını alevlendiren batı medeniyeti tesirinden saklamak için mücadele vermiştir. Yazarın bu istekleri onun “Efruz Bey”, “Yüksek Ökçeler” eserlerinde açık bir şekilde ifadesini bulmuştur. “İnsan ‘hür’ olunca eşit olur. Eşit olunca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz, Hürriyet karşısında böyle şeylerin hiç önemi yoktur. Hele “milliyet” kadar budalalık olamaz” der sahte vatanperver Efruz Bey.

Yazarın Türk milletinin kismeti, geleceği hakkındaki tasaları, düşünceleri “Ashab-ı Kehfimiz” hikayesinde canlı bir şekilde ortaya çıkarılmıştır. Edip hikaye kahramanının sözleriyle şöyle istihza eder: “İşte kendi milliyetini tarihiyle, eğitimiyle, edebiyatıyla bu kadar inkar etmiş bir millet, kendi milliyeti esasına dayanan bir “ittihat” ideali yapabilir mi? Avrupalılar bizi incelemediklerinden böyle bir idealin vücuduna ihtimal verebilirler!.. Aramızdekiler bu kadar saflık göstermemelidir. Memleketimizde “Türk, Türklük, Türkiye, Türkiyat” kelimelerinin benzerleri olmadığı gibi, “Türkçe” diye de bir lisan yoktur”.

Milleti millet olarak şekillendirecek, birleştirecek, geliştirecek birinci araç dildir. Dili kayb olan millet ölür. Zaten geçmişte dilini kayb eden nice milletler tarih sahnesinden silinip, yok olup gitmiştir. Buna göre de, müellifin kendi ana dilinin önemi, onun saflığı, onu korumak hakkındaki fikirleri bu hikeyede o devir teleplerine uygun olarak ses vermektedir. Geçen yüzyıl başlarında Türkiyede Osmanlıca denilen karışık, üç dilin karışmasından meydana gelen suni, halktan uzak, anlaşılmaz, yapay bir dilde yazmak örf olmuştu. “Edebiyatta biraz daha faaliyet olsa birkaç seneye kadar, nasılsa kalan Türkçe kelimeler, sıfatlar, fiiller de yazı dilinden kaldırılacak… İttihat için birinci araç dildir. Kendi dilini böyle öldürmeye, katiyen milli edebiyatını satırlara geçirmeye ahdetmiş bir millet nasıl olur da millettaşlariyla birleşebilir? Osmanlılar “Osmanlı Ülkesi”nin dışındaki Türkleri asla tanımazlar. Onlarla hiçbir ilişkileri yoktur. Hem olamaz da… Artık söyleyiniz, “Türkizm” iftırası kadar budalaca bir iftıra olur mu?” der hikayenin olumsuz kahramanlarından biri ahmaklarca gururlanarak.

Ana yurd sevgisi, Vatan aşkı, vatanperverlik insandaki en güzel, onu yücelten faziletlerdendir. Vatanı sevmek imandan olduğu gibi, onu korumak, savunmak da imandandır. Ömer Seyfittin’in hikayelerini okuyan okur milli, manevi ruhi birliğin Vatan kismetinde nekadar büyük önem taşıdığını anlar. Bu yönden yazarın “Pembe İncili Kaftan”, “Topuz”, “Aceba, O Ne İdi” hikayeleri karakterlidir. Edip “Acaba, O Ne İdi” hikayesinde o devirdeki Türkiye hayatını deli ve fakir Cebi Efendi gözüyle aydınlatır. Tımarhaneden çıkan Cebi Efendi çok kısa zamanda hayatın tamamiyle değiştiğinden hayrete düşer, zira vicdanlı kişiler ölümdan kaçarak, ocaklarını söndürüp nereleredir gitmiş veya ölüm döşeğinde yatmaktadır, namuslu, akıllı, dürüst, yüksek tahsil alan yiğidler hiç gözükmiyordu”. Deli Cebi Efendi cahiller, üçkağıtçıların zengin olduğundan, bilimsiz, kalleş şahısların devlet adamına dönüştüğünden dehşete gelir, bunun sebeplerini düşünmeye başlar, ama suallarına yanıt bulamıyor. Hakikaten de yönetime halk menfaatlarını değil, fakat kendi çıkarlarını düşünen kişiler gelse, toplum geriye gider, talancılık meydana gelir, bencillik serilip seprilir, neticede manevi ruhi birlik zavala yüz tutar. Manevi ruhi birliği olmayan halk sonuçta erkini, özğürlüğünü de kayb eder.

“Topuz” hikayesi bir bakışta topuzun bir derbesiyle isyancıları itaata getirmeyi başaran kahramanın cesaretini göstermek üstüne yazılmış gibi görünür. Ama hikayenin mahiyetine bakılırsa, burada yazar manevi ruhi birliğin önemine dikket ettiği belli olur. Halk kendi özgürlüğü, kadrını, şerefini her şeyden, hatta canından üstün tuta bilse, esarete düşmez. Bunun için kalbdeki korkaklık duyğusunu yok etmek, zorbalık değirmenine su veren mutilik psikolojisini def etmek, evlatları cesur olarak yetiştirmek gerekir. Edip bu fikiri hikaye kahramanları kismetine sindirmiştir.

“Beynamaz” hikayesi mutaassıplığa karşı keskin kinayedir. Ekin, biçim vaktinde tamami işleri kadınlara bırakıp, kendileri gününü sadece namaz okumakla, va’z eşitmekle geçiren erkekler tabiatın, talihin tersliği nedeniyle başlarına gelen belalara Gavur Ali’yi sebepçi derler. Taat ibadeti ömürünün mazmunu bilen Sofular köyünün imamı Gavur Ali’yi ibadetli etmeyi başarır. Sönuçta Ali işi unutur, koyunları sahipsız kalarak ölür. Çoban her şeyinden ayrılır, son namazı da, köyü de bırakıp, şehire göç eder. Elbette, burada yazar emek ve dini karşı karşıya koymamıştır. Aksine, büyük şeyhimiz Bahauddin Nakşibendi sözleriyle diyebiliriz ki, kalbin Allahta, elin işte olması gerektiğini edebiyat vasıtasıyla ifade etmiştir.

Ömer Seyfittin hikayeleri zamanında Türkiya okurlarını yüksek ahlaki manevi gayeler ruhunda terbiye etttiği gibi, içtimai fikiri şekillendirmekte de büyük rol oynamıştır. Bu hikayeler günümüzde de kadrlıdır. Onlar Türkiyede de, bütün Türk dünyasında da en çok okunan eserlerdendir. Özbekistanda Ömer Seyfittin’in hikayeleri iki defa kitap olarak çap olunmuş, bazı hikayeleri okul dersliklerinden yer almıştır. Onun için o hala hayattadır, yaşamaktadır.

DÜNYA DAR GELEN ŞAİR

Karacaoğlan Türk Dünyası sözlü edebiyatının en önemli ozanlarından biridir. Bu ünlü şair ve ozan tüm Türk halkları arasında ün kazanmıştır. Türkiye ve Türkmenistan’da Karacaoğlan’ın hayatı ve eserleri geniş çapta araştırılmış olmasına rağmen, onun doğum ve ölümü hakkında pek bir bilgiye sahip değiliz. Rivayetlere göre, o 96 yıl hayat sürmüştür. Karacaoğlan XXV. ve XXVII. yüzyıllar arasında yaşamış olduğu tahmin edilmekte. Ama bir çok alim Karacaoğlan’a ait olan şiirlerin en eski örnekleri XXVII. yüzyıla ait olduğu, şiirlerinde ele alınan olaylar, adı zikredilen şahsiyetler XXVII. yüzyıla ait olduğundan yola çıkarak onun, tam da o dönemde yaşadığı konusunda hemfikirler. Bunun dışında Karacaoğlan’ın şiirlerinin dili on yedinci yüzyılın Türkçesine daha yakınlığı düşünülürse, bu fikir hakikate daha yakın olduğunu varsayabiliriz. Bazı Türk araştırmacıları Karacaoğlan adı altında başka şairlerin de şiirleri olduğunu, daha sonra da bu şiirlerin hepsi tek kişiye ait olduğu düşüncesine varıldığını öne sürüyorlar. Ünlü şairlerin şiirlerinde bunun gibi durumlar söz konusu olabilmekte. Örneğin, Ömer Hayyam, Pehlivan Mahmud, Babarahim Meşrep, Mahtumkulu gibi önemli şairlere de başka şairlerin şiirleri nispet edilebilmektedir ve çoğunlukla belli bir şiiri kimin yazdığını öğrenmek çok zor olabilmektedir.

 

Karacaoğlan’ın şiirlerinde Türkiye’nin güneyi, kuzeyi, batısı ve diğer bölgelerine ait yer adları karşımıza çıktığı için şairin tam olarak nerede doğup büyüdüğü hakkındaki varsayımlar da genellikle birbirine zıttır. Ancak son dönemlerde Karacaoğlan’ın tam olarak nereli olduğu üzerinde sürdürülen araştırmalar sonucunda şairin Maraş taraflarında yaşamış olma ihtimali ileri sürülmüştür. Türkiye’nin bir çok ili ünlü şairi kendisinden çıktığını göstermekten gurur duyar. Mersin’e ait olan Tarsus ilçesinde her sene Karacaoğlan şiir festivalleri gerçekleştirilir.

Karacaoğlan’ın 500’e yakın şiiri günümüze kadar ulaşmıştır. Onlarda genellikle, aşk ve sevgi, vatandan ayrılık (“Gittim yad ellere, geri dönülmez”, “Ne kadar acı yad ellerin ölümü”), yar cefası, dönemden şikayet (“Şu yalan dünyaya geldim, ama, Coşup gülmedim, hey zalim felek”, “Gözüm yaşı değirmeni döndürür, Bu hasretler ahir beni çürütür”), zorbalığa, ihanete nefret (“Ne geldiyse bu zalimden geldi”, “Bir yolun bulup beylik edenler, Zalim olur, el kıymetin nereden bilsin?”, “Dost elinden yaralandı yüreğim”, “İkrarından döndü mü ya dostumuz”) motifleri öncülük etmekte.

Bir çok şiirinde sevdiği yâre kavuşamadığı için bu dünya şaire dar geldiğini hissedilebilir derecededir. “Felek beni nazlı yârden ayırdı”, “Dertli sineme vuruldu hançerler” gibi şiirleri buna örnek olabilir. Bir şair tabiriyle söylemek gerekirse, ana karnına sığan şair dünyaya sığmadı. Sevgilisine kavuşamamasının üzerine Karacaoğlan ayrıca vatandan, halkından da ayrı düşer, derbeder gezer.

 
Gittim yad ellere, geri dönülmez,
Kim öldü, kimler kaldı bilinmez.
Ölsem yad ellerde gözüm kapanmaz
Anam, atam, ağlayanım yok benim.
 

Karacaoğlan şiirlerinde dini motifler çok nadir karşımıza çıkar. Bu şairin tasavvuftan uzak olduğunu göstermektedir. Ama bundan dolayı Karacaoğlan din ve dini unsurlara karşıydı, onun dine inanmayan birisi olduğu hakkında bir sonuca varmamalıyız.

Saray şairleri dar çevreye, özel kişilere göre eserler verdiyse, ozanlar geniş halk kitlesi için eser vermişlerdir, çeşitli merasimler, düğün ve derneklerde herkesin anlayacağı basit bir dille eserlerini söylemişlerdir.

Karacaoğlan’ın şiirleri genellikle lirik, öğüt, nasihat ve çobanlar hayatına bağışlanan şiirlerden oluşmaktadır. Şairin ölümü ele aldığı şiirlerinde tasavvuf edebiyatında olduğu gibi kurtuluşun, saadete erişmenin bir yolu olarak tasvir edilmemiştir. Tam tersine Karacaoğlan huzurlu bir ömür sürdürmeye, dünya lezzetlerinden tatmaya ve hayatı yaşamaya çağırır. Bundan dolayı da Karacaoğlan insanı kendi doğal isteklerine, his ve duygularına uygun hayat geçirmeye çağırır, onun kusurlarını görmek istemez.

Karacaoğlan adı ve icadı bütün Türk dünyasında meşhurdur. Onun şiirleri kardeş Türk cumhuriyetlerinde kitap halinde basılmıştır. Özbekistan’da Karacaoğlan’ın şiirleri son dönemlere kadar Özbekçeye çevrilmemişti. Onun şiirleri “Kara gözlüm, neredesin” adı altında 2011 yılında Taşkent’de neşredildi. Bu toplam boşluğu bir nevi doldurmak için hizmet etti.

HÜSEYİN CAVİT’İN ESERLERİNDE ADALET KAVRAMI

Hüseyin Cavit (Hüseyin Abdullah oğlu Rasizade) sadece XX. yüzyıl Azerbaycan edebiyatında değil, belki tüm Türk edebiyatının en ünlü temsilcilerinden biridir. Cavit 1882 de Nahçivanda doğdu. O, eserleriyle bütün Türk Dünyası edebiyatının gelişmesinde önemli yer tutmakla birlikte, toplumsal düşüncenin gelişimine de büyük katkılarda bulunmuştur. Zira yazarların edebi kişiliğinin kıymeti sadece verdiği eserlerle değil, aynı zamanda toplumsal düşüncenin gelişiminde bulunduğu katkıyla da ölçülür.

Hüseyin Cavit, öncelikle yeni Azerbaycan edebiyatının temel taşını koyan ediplerden biridir. Edebiyat sahasına girdiği XX. yüzyılın başlarına kadar Azerbaycan da dahil olmak üzere Türk Dünyası, şiirlerde genellikle aruz vezni öncülük ediyordu. Hüseyin Cavit aruzla birlikle hece vezninde de güzel şiirler kaleme aldı ve Yeni Şiir’in temelini atanlardan biri oldu.

O Azerbaycan edebiyatının konu perspektifini daha da zenginleştirdi, şiire olan bakış açısını genişletti. Onun dönemine kadar olan şiirde genellikle aşk ve sevgi konuları önderlik etmiştir.

Hüseyin Cavit bunların yanı sıra daha yeni şekillenmekte olan Azerbaycan tiyatrosunu da güzel ve eşsiz eserleriyle zenginleştirdi. Onun “Şeyh Senan”, “İblis”, “Topal Timur”, “Peygamber”, “Hayyam”, “Siyavuş” gibi tiyatro eserleri kendi döneminde çok ilgi çekmişti.

Hüseyin Cavit edebi dili halk diline yaklaştıran öncü şairlerdendir. Onun cazibeli bir anlatım ve berkemal bir üsluba sahip olduğunu o dönemde Fuat Köprülü dile getirmiştir. Hüseyin Cavit anlatımının kendine göre farklılığı ve yeni olduğu hakkında Mustafa Hakkı şöyle demiştir:

“Cavit’in dili ister Azerbaycan içinde, ister Azerbaycan dışında en çok münakaşa ve mübahase olan bir mevzudur. Malum, İstanbul Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi arasında az olsa da lehçe farkı mevcut. Cavit İstanbul Türkçesini makbul görüp, onu bütün inceliklerine kadar öğrenmiştir. Edebi hayatının ilk dönemlerinde, özellikle şiirlerinde İstanbul Türkçesini maharetle kullanan şair daha sonra yazdığı eserlerinde bu dili Azerbaycan’ın edebi diline yakınlaştırmaya çaba göstermiş ve şunu söyleyebiliriz ki, bunda muvaffak olmuştur. Bundan dolayı da Cavit’in Türkçesine ne tamamen İstanbul Türkçesi, ne de Azerbaycan Türkçesi diyebiliyoruz. Cavit bu iki Türk lehçesi arasında bir köprü yaratmış ve onların arasındaki mesafeyi kısaltmıştır… Cavit’in kullandığı Türkçe son derece tatlı ve üzerinde çalışılan güzel bir Türkçedir. Güney ve Kuzey Azerbaycan, Türkiye, Türkistan ve diğer Türk ülkelerinde Cavit’in eserlerini okuyup anlamayan bir aydın yoktur.” Hüseyin Cavit’in dili için bundan daha fazla paha biçmek mümkün değildir.

Hüseyin Cavit’in dilindeki böyle bir yeniliğe: onun İstanbul’da tahsil alması, döneminin Türk şair ve yazarlarıyla sık sık sohbet etmesi ve Türk şiirini öğrenmesi sebep olmuştur. Araştırmacılar şairin “Raks”, “Mavi Çarşaf”, “Ah, Fakat Sen” gibi şiirlerinde, ayrıca 1913 yılında Tiflis’te yayımlanan “Geçmiş Günler” seçmesindeki şiirlerinde de Anadolu Türkçesine ait deyimlerin bulunduğunu doğru tespit etmişlerdir. Daha sonra şairin eserlerinde Anadolu şivesine ait unsurlar daha da azalıp, saf Azerbaycan Türkçesi ifadeleri üstünlük göstermeye başlıyor.

Hüseyin Cavit’in adalet kavramının şekillenmesinde hangi unsurların öncülük ettiği üzerinde durulması gerekmektedir. Öncelikle şairin Çar istibdadı karşısında ezilen halkın ruhsal bunalımına daha çocuk yaşta tanık olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Toplumsal zıtlıklar, halkın çaresiz durumu, fakir fukaranın bir parça ekmek için sabahtan akşama kadar çalışması, ama hiçbir şekilde gün yüzü görmemesi, kanunsuzluklar onun aklından çıkmıyordu. Cavit’in kendisi daha çocukken bir parça ekmek peşinde koşup, mihnetin zorluklarını çekti. O 1904 yılından itibaren Gürcistan yol inşaatında çalışmaya başladı. 1909 yılından sonra Tiflis, Gence, Nahçıvan’ın Azerbaycan mekteplerinde öğretmenlik yaptı. Azerbaycan’ın çeşitli şehir ve köylerinde halkın ağır maddi ve manevi hayatıyla yakından tanışan Hüseyin Cavit’in adalet hakkındaki düşünceleri şekillenip, gelişmeye başladı. Şair ideolojik ve estetik bakış açısının şekillenmesinde Türkiye’deki Genç Türkler hareketi çok büyük etken oldu. Cavit 1906-1908 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat bölümünün dinleyicisi oldu ve o dönemde Türk aydınlarıyla yakından tanıştı. Zamanın meşhur şairleri Riza Tavfik ve Tavfik Fikret onun hocasi idiler.

Malum, XV. yüzyılın en gelişmiş devleti olan Osmanlı XVI. yüzyılın sonlarından itibaren içtimai, iktisadi, harbi, medeni ve manevi sahalarda Avrupa’dan geride kaldı, sonraki yüzyıllarda ise olumsuz neticelerini göstermeye başladı. XVIII. yüzyıla gelince ülkenin önder güçleri ortaya çıkan tehlikeli durumun farkına vardılar, ülkeyi gittikçe yaklaşan krizden kurtarmak için ıslahat tekliflerini sunmaya başladılar. Bu hareket ilk başta teceddüt ya da ıslahat, daha sonra ise Tanzimat diye adlandırıldı. Tanzimatçıların gösterdiği çabalar sonrasında Osmanlı devletinde bazı ıslahatlar gerçekleştirildi, 1876 yılında Anayasa kabul edildi, parlamento iş başına geçti. Bunların hepsi sonraki dönemlerde toplumsal düşüncenin daha çok gelişmesinde büyük önem arz etti. Türkiye’de ortaya çıkan Genç Türkler hareketi sadece Türkiye’de değil, belki tüm Türk Dünyası, özellikte Türkistan ve Azerbaycan’da, hatta İran’da da bunun gibi hareketlerinin ortaya çıkmasına ve genişlemesine ivme kazandırdı. XX. yüzyılın başlarında Türkiye cemiyetinde içtimai, siyasi, iktisadi ve manevi ıslahatlar gerçekleştirmek, ülkeyi modernleştirmek gibi yenilikçi hareketleri epey ateş almıştı ve bu hareket 1908 yılındaki İkinci Meşrutiyet’i meydana getirdi. Hüseyin Cavit son hadiselerin etkisi altında daha da kendini geliştirdi.

Hüseyin Cavit’in adalet kavramı; tiyatro eserlerinde, destanlarında ve şiirlerinde insan ve onun hayatı hakkındaki en insancıl ideallerini dile getirmesiyle yer bulmuştur. Milletin aydınlanması, memleketin bağımsızlığı, baht ve saadet, esenlik ve adalete dayalı hayat şeklinin sabitlenmesi için savaşmak Hüseyin Cavit’in adalet kavramının temelini oluşturmaktadır. Onun kahramanlarının vatan ve halkın mutluluğu, adaletin tecelli etmesi için mücadele eden insan olmaları boşuna değildir.

Cavit’in kahramanlarında öncülük eden özellik – adalet için mücadeleci olmalarıdır. Adalet isteyen kahramanlarla adaletsizlik hükmeden cemiyet ortasında keskin zıddiyet ortaya çıkar ve okuyucu bu zıddiyetin nasıl son bulacağını öğrenmek için eseri merakla okur, kahramanların kaderlerinden ise adalet için savaşmak gerektiğini hulasa çıkartır.

Adalet için mücadele etmek her cemiyette, özellikle geçen yüzyılda önce Çar, sonrasında Kızıl imparatorluğunun sömürgesi altında ezilen Azerbaycan halkı için epey gündemde olan bir mevzuydu. Çağdaşlarını bedii kişilikleri yardımıyla zülüm ve adaletsizliğe karşı mücadeleye başlatmak geçen yüzyılın başında Hüseyin Cavit ve Ali Nazmi, Muhammed Hadi, Ahmet Cevat, Sabır gibi milli şairler için dönemin en çok önem arz eden meselesiydi. Hüseyin Cavit bu vazifeyi yerine getirenler arasında öncüydü ve bunu şerefiyle gerçekleştirdi. Milletini sevmesi, onun geleceği, mutluluğu için ateşli mısraları kaleme aldığı için şair 1937 yılında baskı altına alınanlardan biri oldu. Hüseyin Cavit’e ırkçı damgası vurulup tutuklatıldı. O iki yıl boyunca hapishanede azap çekti, sonra 1939 yılının haziran ayında sovyetlere karşı gerçekleştirdiği faaliyetleri için Sibirya’ya sürgün edildi. Uzun yıllar boyunca süregelen manevi-psikolojik baskıların etkisiyle sağlık durumu kötüleşen şair 5 Aralık 1941 yılında sürgündeyken vefat etti. Şair ırkçılığın yanı sıra alçaklık, umutsuzluk ruhuyla şiirler yazmakla, sovyetleri karalamakla da suçlanmıştır. Ama Hüseyin Cavit’in şiirlerinde hüzünlü ruh halinin üstünlük etmesinin, umutsuzluğun bulunmasının da kendine göre sebepleri var elbette. Örneğin, “…Her yeri kapladığında hazin sükunet, Fenerler loş ışık saçardı hep bir üzgün” (“Gece idi”), “Hazin bir çehre, yorgun bir nazar”, “O solgun çehre” (“Bir resim karşısında”) vs. Bazı şiirlerinde umutsuzluk ahenklerini belirir. Örneğin:

 
Gece gündüz, çalışsam, uğraşsam,
Yine en son netice hiçliktir.
 
(“İlmi Beşer”)

Okur bu kaygı, hüzün ve umutsuzluğun sebeplerini merak edip düşüncelere dalması kesindir. Düşünen okur, şairde hüzünlü duygular uyandırmış, onu ümitsizliğe düşüren adaletsiz düzeni değiştirmek, istibdadı yok etmek gerektiği hakkında sonuca ulaşmıştır. Kızıl mefkure tam da bundan korkardı.

Yukarıdaki şiirlere bakıp, Hüseyin Cavit hep üzgün, umutsuzluk ruh hali egemen olan şiirler yazmış diye hulasa çıkarmamalıyız. Şairin edebi hayatında öyle şiirler var ki, okuru adaletsizliğe karşı açıkça başkaldırmaya çağırıyor. Bu yönden onun “Kadın” şiiri özellikte karakteristiktir. Kadın en güzel ve kibar bir hilkat, güzellik temsilidir. O sevmeye ve sevilmeye, kadir kıymet görmeye değer bir insan. Ama tarih boyunca bunun tam tersine en çok ezilen de kadınlardır. İşte bu zıddiyeti ele alan şair kadın karakterleri yardımıyla milletini kendi şanı, erki, hak ve hukuku için mücadele etmeye çağırır:

 
Kadın! Ey sevgili hemşire, uyan!
Ana! Ey nazlı kadın, kalk! Uyuyan
Daima mevtle hemdûş oluyor,
Zil-ü mihnete hemagûş oluyor.
İşte sıyrılmada hep zulmetler!…
Ağarır tan yeri, kalk, işte seher!…
Uyan, etrafını seyret de, düşün!
 

Bu mısralarda gaflet uykusundaki kadın karakteri maharetle ateşli mısralara çizilmiştir. Aynı zamanda gaflet uykusunun ölümden farkı olmadığı açıklanmış ve şair kahramanı uyanmaya, düşünmeye ikna ediyor. En tuhaf yanı da şu ki, şair sonraki mısralarda kadının sabrı ve dayanıklılığını, esir düştüğünü, ona hakaretler edildiğini vurgulamakla birlikte kadını ağlamaya da çağırır. İlk başta bu çaresizlikten ağlamaya benzer, ama mısraların derinlerinde adaletsizliğe karşı isyan anlamı gizlenmiştir. Son mısralarda şair kahramanı ağlamaya çağırıp yanlış yaptığını itiraf eder ve:

 
 
Çalış, uyan, ara, bul, hakkını al!
Perdeyi zulmet içinden sıyrıl!
Kahramanlar gibi kavgaya atıl!
 

diye haykırır. Bu mısralar okuru asla kayıtsız bırakmaz. Hakikaten, özgürlük ve adalet motifleri Hüseyin Cavit’in bir çok şiirinde bulunmaktadır. Şairin aşk ve sevgi tasvirine bağışlanan eserlerinde de adalet, hakikat için harekete geçmeye çağıran ruh hali egemendir. Bu da sebepsiz değildir. Çünkü sadece aşk ve sevgi, güzelliği temel alan cemiyette adalet egemen olabilir; nefret, yalan, kin ve garezi temel alan cemiyette adaletsizlik hakim olur. Hüseyin Cavit’in aşkı terennüm etmesinin sebebi de budur.

 
Benim Tanrım güzelliktir, sevgidir…
Güzelsiz bir gülşen zindana benzer,
Sevgisiz bir başta akrepler gezer –
 

mısraları şairin aşk ve sevgi, güzelliği adaletin en önemli ayrıntısı diye düşündüğünü kanıtlıyor.

Dönemin zıddiyetleri Hüseyin Cavit’i halkın karşısına çıkan mühim meseleleri gündeme getirmeye çağırdı. O kendisinin ideolojik, estetik bakış açısını bedii bir şekilde somutlaştırmak için yol aramaya başladı. Tarihi efsanevi konuyu ele alıp, dönemin zıddiyetlerinin önemini açığa kavuşturmayı başardı. “Şeyh Senan”, “İblis”, “Hayyam”, “Siyavuş” dramları böyle arayışların mahsulü olarak meydana geldi. Dramlarındaki Şeyh Senan, Siyavuş, Hayyam gibi kahramanları toplumsal adaletsizliğe, zorbalığa karşı başkaldırmasıyla da kıymet bulmuştur.

“Şeyh Senan”da dini efsanevi şahsiyet olan Şeyh Senan’ın aşk macerası temelinde hakikat, adalet arayan insanın başına gelen zorluklar; düşüncelerini anlamayan topluma karşı duran kahramanın iradesi, manevi olgunluğu kaleme alınmıştır. Bu dramda yazar aşkı, güzelliği, hakikati yüceltir.

 
Kim ki, aşk ateşiyle oldu heder,
Onu yandırmaz öyle ateşler.
Beni öldürseler de ben yaşarım,
Terk edip halkı haline koşarım.
Ebediyet benim mezarımdır,
Çünkü sultanı aşk yârimdir.
Aşk için can nişan eder erler,
Edebi bir hayat içinde güler.
 

Hüseyin Cavit’in tiyatro eserleri daha o dönemde kardeş Türk ülkelerinde geniş kitlelere ulaşmış ve sahnelerde oynanmıştır. Özellikle onun “Şeyh Senan” ve “İblis” dram tiyatro eserleri genç Özbek tiyatrosu tarafından daha 1923 yılında gösterime sunulmuş ve büyük başarı kazanmıştır. Ünlü şair Çolpan “İblis” eseri hakkında “Türkistan” gazetesinin 14 Mart 1923 yılındaki sayısında yayımladığı makalesinde şöyle yazmıştır: “Bu eserde yirminci medeniyet yüzyılında yaşayan insan evlatlarının ellerindeki bilim ve hüneri kan dökmek, insan öldürmek, yuvayı yıkmak gibi eğri ve kötü işlere sarf edip, kötülük ve yaramazlıkta şeytanı bile geçtikleri gösterilir… Sahneye giriş – çıkış, sözleri zamanında söylemek, ışıkların yanıp sönmelerindeki bazı eksiklikleri saymazsak, genel olarak düz ve zararsızdır. İblis rolünde Ebrar, Arif rolünde Uygur, İbn Yamin (hain Arap) rolünde Seyfi iyi iş çıkardılar… Millet dolup taştı, beklenti iyi bir şekilde karşılandı. Hatta yer bulamayıp gidenler de çoktu.” Gördüğümüz üzere Çolpan eserin mazmunu, mahiyeti, önemi; tiyatro eserlerinin sergilenmesinde yönetmen ve oyuncuların ehemmiyeti, başarı ve eksiklerini dile getirmekle yetinmeyip, seyircilerin üzerindeki ektisi üzerinde de ayrıca durmuştur.

Aradan çok geçmeden Cavit’in “Şeyh Senan” dramı da o dönemde Taşkent’in en büyük ve meşhur sahnesi olan “Kolizey” tiyatrosunda seyircilerinin hükmüne havale edilmiş ve büyük başarı elde etmiştir. Çolpan bunun hakkında “Türkistan” gazetesinin 6 Haziran 1923 yılındaki sayısında makale yayımlamıştır. Bu makalede de Çolpan eserin mazmun ve mahiyetini tahlil ettikten sonra yine sergilenmesiyle ilgili başarı ve eksiklerini kaleme almış. O şöyle yazmıştır:

“Eserin koreograf konusunda değerli Uygur’umuz çok emek sarf etti. Tüm heyetiyle 11 kişiden oluşan kara bahtlı bir tiyatro ekibiyle bu ekibin beş, on katı kadar gelen gücü sarf ederek bu kadar düzgün ve rahat bir şey ortaya çıkarmak – büyük başarıdır. “Kolizey” gibi dev bir sahnede “Şeyh Senan” gibi ağır ve çok güç gerektiren bir eseri canlandırmak Özbek tiyatrosunun gerçek aşıklarının olduğuna bir kanıttır”. Çolpan bu makalesinde piyesin başarılarını söylemesiyle yanı sıra eserin Azerbaycan Türkçesinden çevrilmesi hususunda da önemli fikirlerini ortaya koymuştur. Onun ne yazdığını özellikle belirmek lazımdır:

“Hurşit yoldaşın çevirisi abartılacak kadar övgü gerektirmez. Biz de şunu itiraf edelim ki, bunun gibi zor edebi eserleri “Özbekçeleştirebilen” bir güç yok. Bundan dolayı da çeviri çok iyi olmasa da yararlı ve idarelidir.” XX. yüzyılın başlarında Özbek çeviri mektebinin daha yeni şekillenmeye başlamasından dolayı bunun gibi eksiklikler olması kadar doğal bir şey yok. Bunu göz önünde bulunduran Çolpan “Bundan dolayı da çeviri çok iyi olmasa da yararlı ve idarelidir” demiştir. Çolpan daha sonra Özbek sahnesinin öncüleri olarak yetişen Mannan Uygur (1897-1955), Ebrar Hidayatov (1900-1958), Seyfi molla Alimov (1901-1984) ve başkalarının icralarını tahlil edip, başarı ve eksikliklerini kanıtlarıyla birlikte göstermiştir. Bu ise söz konusu oyuncuların kendi icatları için daha da azimli bir şekilde çalışmalarına sebep olduğuna şüphe yok.

Yeri gelmişken, vurgulamak gerekirki, Çolpan da, Hüseyn Cavit da milletinin hür, bağımsız oluşunu kalben iştemiş, kendilerini bu yola atamış ve onlar bu yoldaki mucade-lenin bayraktarları idiler. Çolpan Hüseyn Cavit’in her bir yeni eserini dikketle okumuş, etkilenmiş ve teşvik etmiştir. Yukarıdaki makaleler bunun bir delilidir. Bunun dışında Çolpan “Maarif ve okutucu” dergisinin 1925 yıl 7-8 sayısında şöyle yazmıştır: “Tokay’dan Kavi Necmi’ye kadar tatar edebiyatını, Hadiden Cavit’e kadar azerbaycan edebiyatını, Namık Kemaldan Ali Seyfi’ye kadar osmanlı edebiyatını okuyorum…”. Bu iki büyük Türk münevverinin yüz yüze görüştüklerine aid kayıtlar elimizde yok, ama onların bir birini tanıdıkları ve milakat ettiklerini tahmin edebiliriz. Çolpan 1920 yılında Şark halkları kurultayına katılmak için Bakıya geldiğinde Cavit’le görüşmüştür.

Hüseyin Cavit’in edebi hayatında “Topal Timur” (Amir Timur) ve “Peygamber” dramlarının ayrı yeri var. “Timur”u çağdaşları ve günümüz edebiyatçıları farklı değerlendirmişler. Hatta, Cavit bu ve “Peygamber” piyesi için kızıl mefkure taraftarları tarafından geçmişi, hanları övmekle suçlanmıştı.

“Peygamber” dramında insanları yalan, yanlış yollardan geri döndürüp, hakikat ve adalet yoluna sevk eden Hazreti Peygamberimizin karşılaştığı zorluklar kaleme alınmıştır. Hayat zor, yenilik ve hakikat hiçbir zaman kolayca karar bulmaz, onu kazanmak için inanç, itikat, sabır, dayanç sahibi olmak ve başına gelebilecek olan zorluklara hazır durmak talep edilir. Peygamber’in bu sözlerine dikkat edin:

 
Öyle asır içindeyim ki, cihan,
Zülüm-ü vahşetle kavurulup, yanıyor.
Yüz çevirmiş de Tanrıdan insan,
Küfürü hak, cehli marifet sanıyor.
Dinlemez kimse kalbi, vicdanı,
Mehv eden haklı, mehv olan haksız…
Öncüdür her halka bir sürü şeytan,
Hep münafık, şerefsiz, ahlaksız.
Gülüyor nura daima zülmet,
Gülüyor fazla karşı fisk fücur.
Ah, adalet, hukuk ve hürriyet
Ayaklar altında ezilir durur!…
 

Bu sözlere Hüseyin Cavit’i endişelendiren döneminin muammaları yansımıştır. Bolşeviklerin kurduğu toplumunun yalan, fesat, fücur üzerine kurulduğunu, adalet, hürriyetin ayakaltı edildiğini şair derinlerden hissetmiş ve endişeli fikirlerini başkahramanın sözleriyle açıkça beyan etmiştir.