Ejderha kitabı

Mesaj mə
Müəllif:
0
Rəylər
Fraqment oxumaq
Oxunmuşu qeyd etmək
Ejderha kitabı
Şrift:Daha az АаDaha çox Аа

Edith Nesbit Hakkında


Edith Nesbit 1858 senesinde Londra'da dünyaya geldi ve öğretmen olan babası 1862 yılının Mart ayında öldüğünde henüz dört yaşına gelmemişti. Kız kardeşi Mary'nin hastalığı nedeniyle ailesinin İingiltere, Fransa, İspanya ve Almanya'nın farklı kentlerinde ikamet etmesi gerekiyordu. Daha sonra Kent şehrinin kuzeybatısındaki Halstead'e yerleştiler. Burada üç yıl yaşadıkları Halstead Hall, Nesbit'in daha sonra kaleme alacağı Demiryolu Çocukları'na ilham olacaktı. İngiliz yazar William Morris'in takipçilerinden olan Edith Nesbit 17 yaşındayken ailesi tekrar Londra'ya taşındı. 1877 yılında, yani 19 yaşındayken banka memuru Hubert Bland'le tanıştı ve 22 Nisan 1880'de evlendiler. Nesbit'in üç çocuğu oldu: Demiryolu Çocukları'nı adadığı Paul Bland (1880-1940), Iris Bland (1881-19??) ve bademcik ameliyatı sonrası henüz 15 yaşında ölen Fabian Bland (1885-1900). Yazar, Beş Çocuk ve O kitabını ve devam serisini Fabian'a adadı. Nesbit ve Bland 1884 yılında (İngiltere İşçi Partisi'nin seleflerinden) Fabian Society'nin kurucuları arasında yer aldı. Bu topluluğa oğulları Fabian'ın ismi verilmişti. Ayrıca topluluğun Today adlı dergisini birlikte yönettiler. Nesbit ve Bland kısa bir süre Social Democratic Federation ile de ilgilendi fakat bu olusumu aşırı radikal bularak reddettiler. Nesbit 1880'li yıllarda sosyalizm üzerine dersler veriyor ve yazılar yazıyordu. Ayrıca eşiyle birlikte "Fabian Bland" ismiyle de yazılar kaleme aldı fakat bir çocuk kitapları yazarı olarak başarısı arttıkça bu faaliyetleri azaldı. 1899'dan 1920'ye kadar Well Hall House'da yaşadı. Bland'in vefatından üç yıl kadar sonra, 20 Şubat 1917'de, Woolwich Ferry'de gemi mühendisi olan Thomas "the Skipper" Tucker'la evlendi. Yaşamının sonuna doğru Friston'da "Crowlink" adlı bir eve, ardından St Mary's Bay'e taşındı. Muhtemelen çok fazla sigara içmesinin sonucu olarak akciğer kanserine yakalandı. 1924'te öldü ve St Mary in the Marsh mezarlığına defnedildi.

Ejderha Kitabı’nı bu masalların anlatıldığı çocukların başında gelen Rosamund’a ithaf ediyorum.

Günün birinde kendi kitabını, şimdi sekiz korkunç ejderhaya o küçük esmer ayaklarının dibinde tevazuyla baş eğdiren kişiye ithaf edeceğine inancım sonsuz.



I. Canavarlar Kitabı

Haberler geldiğinde oyuncak bir saray inşa ediyordu. Tüm oyun tuğlalarını sağa sola saçılmış halde bıraktı. Dadı nasılsa hepsini toplardı. Aldığı haber hakikaten olağanüstüydü. Anlayacağınız üzere, sokak kapısı çalınmıştı. Ardından alt kattan konuşma sesleri geldi. Lionel, havagazı için tamirci geldiğini sanmıştı. Zira atlama ipini gaz teçhizatına dolayıp salıncak yaptığı günden beri ocağın yakılması yasaktı.

Dadı birden içeri girip dedi ki: "Küçükbey Lionel, canım, seni götürüp kral yapmak için gelmişler.”

Sonra hemen çocuğun kıyafetini değiştirip yüzünü ve ellerini yıkadı, saçlarını taradı. Dadısı bunları yaparken Lionel huzursuzca kıpırdanıp duruyor ve şöyle şeyler söylüyordu: “Ah, Dadı yapma!”, “Kulaklarımın temiz olduğundan eminim!”, “Saçlarımı boş ver,” ve “Tamam, bu kadarı yeter.”

“Sanki Kral değil de bir yılanbalığı olacakmış gibi davranıyorsun,” dedi Dadı.

Dadı bir an için onu bırakınca Lionel temiz mendilini almayı beklemeden dışarı fırlayıverdi. Oturma odasında oldukça ciddi görünümlü iki beyefendi vardı. Kırmızı kürkten kaftan giymişler ve başlarına ortasından kadife kumaş çıkan altın birer taç takmışlardı. Hani çok pahalı reçelli turtalar vardır, ortası kremalıdır. İşte taçları o turtaları andırıyordu.

Lionel’ın önünde yere kadar eğildiler. Daha ciddi tavırlı olanı dedi ki: “Efendim, büyük büyük büyük büyük büyük büyükbabanız, yani ülkemizin kralı vefat etti. Sizin gelip kral olmanız gerekiyor.”

“Evet, lütfen,” dedi Lionel, “Ne zaman başlıyorum?”

“Bugün öğleden sonra taç giyeceksiniz,” dedi diğeri kadar ciddi görünümlü olmayan ciddi adam.

“Dadım da benimle gelsin mi? Ya da saat kaçta getirilmemi istersiniz? Dantel yakalı kadife takımımı giysem uygun düşer mi?” diye sordu Lionel, çay davetlerine pek sık giderdi.

“Dadınız daha sonra saraya getirilecek. Hayır, kıyafetinizi değiştirmeye zahmet etmeyin. Kraliyet kaftanları üstünüzdekileri örtecek nasılsa.”

Ciddi beyefendiler Lionel’ı sekiz beyaz atın çektiği bir arabaya götürdü. Araba Lionel’ı yaşadığı evin hemen önüne çekilmişti. Burası sokağı çıkarken sol tarafta kalan 7 numaralı evdi.

Lionel son anda merdivenleri çıkıp Dadı’yı öptü ve şöyle dedi:

“Bana banyo yaptırdığın için teşekkür ederim. Keşke öteki kulağımı temizlemene de izin verseymişim. Yo, şimdi bunun için vakit yok. Bana mendilimi ver yeter. Hoşça kal Dadı.”

“Güle güle, canım,” dedi Dadı. “Haydi bakalım, iyi bir kral ol. ‘Lütfen’ ve ‘teşekkür ederim’ demeyi ihmal etme. Ayrıca pastayı küçük kızlara uzatmayı unutma ve hiçbir ikramdan iki porsiyondan fazla alma.”

Böylece Lionel, kral ilan edilmek üzere yola çıktı. Tıpkı sizin gibi, onun da kral olacağı aklına bile gelmezdi. Yani bu durum onun için çok yeniydi. Öyle ki daha önce aklından bile geçmemişti böyle bir şey. Araba şehirden geçerken, yaşadıklarının gerçek olduğundan emin olmak için dilini ısırmak zorunda kalmıştı. Çünkü dilindeki acı gerçekse, hayal görüyor olamazdı. Yarım saat evvel çocuk odasında oyun tuğlalarıyla bina yapıyordu. Şimdiyse geçtiği sokaklar bayraklarla donatılmıştı, pencereler ellerindeki mendilleri sallayıp çiçekler savuran insanlarla doluydu. Kaldırımlar boyunca her yerde lal kızılı askerler vardı. Tüm kiliselerin çanları durmaksızın çalıyordu. Lionel, insanların çan seslerine eşlik eden harika bir şarkı söyler gibi şu sözleri haykırdığını işitti: “Çok yaşa Lionel! Çok yaşa küçük kralımız!”

İlk başta en güzel giysilerini giymediğine biraz üzülmüştü ama çok geçmeden bunu unutuverdi. Kız olsaydı muhtemelen sürekli bunu düşünüp dururdu.

İki ciddi adam Lionel’a yol boyunca anlamadığı şeyleri açıklıyordu. Bu adamlardan biri Maliye Bakanı, diğeri Başbakandı.

“Bizim bir cumhuriyet olduğumuzu sanıyordum,” dedi Lionel. “Bir süredir kimsenin kral olmadığından eminim.”

“Efendim, büyük büyük büyük büyük büyük büyükbabanız vefat ettiğinde benim büyükbabam küçük bir çocuktu,” dedi Başbakan. “İşte o zamandan beri sadık tebaanız size bir taç alabilmek için para biriktiriyordu. Herkes her hafta gücünün yettiğince katkıda bulundu. Yüksek geliri olanlar haftada altı kuruş, çok parası olmayanlar ise en azından yarım kuruş verdi. Bildiğiniz üzere, tacın parasının halk tarafından ödenmesini gerektiren bir kural var.”

“İyi ama büyük büyük kaçıncı büyükbabam ise, işte onun kendi tacı yok muydu?”

“Vardı fakat kibirlenmekten çok korkuyordu. Bu nedenle tacını kalaylanması için gönderdi, üstündeki mücevherleri de çıkarttırıp sattı. Bu parayla bir sürü kitap aldı. Tuhaf bir adamdı. Çok iyi bir kraldı ama kusurları yok değildi. Mesela, kitaplara pek tutkundu. Neredeyse son nefesini verirken yollamıştı tacını. Ama kalaycının parasını ödemeye ömrü vefa etmedi.”

Başbakan bu sözlerin ardından gözündeki yaşı sildi. Hemen ardından araba durdu. Lionel taç giymek üzere arabadan indirildi. Taç giyme töreni düşündüğünüzden çok daha yorucu bir iştir. Tören bittiğinde Lionel, kraliyet kaftanlarını bir iki saattir giymekteydi ve işi bu olan herkese elini öptürmüştü. İşte bütün bunlar sona erdiğinde bitap düşmüştü. Artık sarayın çocuk odasına gideceği için çok mutluydu.

Dadı oradaydı. Çay da hazırdı. Haşhaşlı kek, erikli kek, reçel, üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek ile üstü kırmızı, altın sarısı ve mavi çiçeklerle bezeli en güzel porselenden çay takımı ve dilediğiniz kadar içebileceğiniz hakiki çay vardı.

Çaydan sonra Lionel dedi ki: “Canım kitap okumak istiyor. Dadı, bana bir kitap getirebilir misin?”

“Tanrı iyiliğini versin yavrum,” dedi Dadı. “Kral olunca elini ayağını mı kaybettin? Bir koşu git, kendin getir kitabını.”

Bunun üzerine Lionel aşağı inip kütüphaneye gitti. Başbakan ve Maliye Bakanı oradaydı. Lionel gelince yerlere kadar eğilip selam verdiler. Ne diye gelip onları rahatsız ettiğini son derece kibar bir dille sormak üzereydiler ki Lionel haykırdı: “Ah, dünya kadar kitap var! Bunlar sizin mi?”

“Hepsi sizin, Majesteleri,” diye cevap verdi Hazine Bakanı. “Rahmetli Kral’a aitti, yani sizin büyük büyük…”

“Evet, biliyorum,” diye sözünü kesti Lionel. “Her neyse, ben bu kitapların hepsini okuyacağım. Kitap okumaya bayılırım.

Okumayı öğrendiğime öyle mutluyum ki!”

“Majesteleri, size tavsiyede bulunmama izin veriniz,” dedi Başbakan. “Yerinizde olsam bu kitapları okumazdım. Sizin büyük…”

“Evet?” diye sordu Lionel çabucak.

“Kendisi çok iyi bir kraldı. Hakikaten, kendince çok üstün nitelikli bir kraldı ama nasıl desem? Biraz… Tuhaftı işte.”

“Deli miydi?” diye sordu Lionel neşeyle.

“Yo, hayır!”

İki beyefendi de samimi bir şaşkınlık duymuştu bu soru karşısında.

“Deli değildi ama şöyle ifade etmemde mahsur yoksa, şey… Kendini çok akıllı sanıyordu. Küçük Kralımın onun kitaplarıyla ilgilenmesini istemem.”

Lionel’ın aklı karışmıştı.

“Gerçek şu ki,” diye devam etti Maliye Bakanı kızıl sakalını tedirgin bir şekilde burarak. “Sizin büyük…”

“Devam edin,” dedi Lionel.

“Bir büyücü olduğu söyleniyordu.”

“Ama öyle değil miydi?”

“Elbette değildi. Son derece saygın bir kraldı sizin büyük…”

“Anladım.”

“Ama yerinizde olsam kitaplarına dokunmazdım.”

“Sadece bunu alayım,” diye yalvardı Lionel ellerini çalışma masasındaki kocaman bir kitabın kahverengi kapağına koyarak. Kitabın kahverengi cildi altın işlemelerle süslenmişti. Ayrıca bükümlerinde firuze taşları ile yakutlar bulunan altın tokaları vardı. Cilt çabuk aşınmasın diye kenarları yaldızlanmıştı.

 

“Şuna bir bakmam lazım,” dedi Lionel. Çünkü kitabın arka kapağında kocaman harflerle şu yazıyı okumuştu:

Canavarlar Kitabı.

Maliye Bakanı, “Küçük Kralım, lütfen şapşal olmayın,” dedi.

Ama Lionel altın tokaları çıkarmıştı bile. Hemen kitabın ilk sayfasını açtı. Bu sayfada kırmızı, kahverengi, sarı ve mavi renkli harika bir kelebek vardı. Öyle güzel resmedilip boyanmıştı ki canlı gibiydi.

“Baksanıza,” dedi Lionel, “Çok güzel, değil mi? Neden…”

Ama o konuştuğu sırada güzel kelebek çok renkli kanatlarını kitabın sararmış sayfası üzerinde çırpıp pencereden uçuverdi.

“İşte!” dedi Başbakan, yaşadığı şaşkınlık yüzünden boğazını tıkayan yumrunun etkisi geçer geçmez. “Bu sihirdir.”

Fakat o, bu sözleri söylemeden önce Kral sonraki sayfayı çevirmişti. Bu sayfada mavi tüylerinin her biriyle kusursuz güzellikte pasparlak bir kuş görülüyordu. Resmin hemen altında “Mavi Cennet Kuşu” yazılıydı. Kral, göz alıcı resme büyülenmiş gibi bakarken Mavi Cennet Kuşu kanatlarını sarı sayfa üzerinde çırpıp yaydı ve uçarak kitaptan çıkıverdi.

Başbakan kitabı Kral’ın elinden alıp daha önce kuşun bulunduğu boş sayfayı kapattı ve çok yüksek bir rafa yerleştirdi. Maliye Bakanı ise Kral’ı iyice sarsıp şöyle dedi: “Siz yaramaz, laf anlamaz küçük bir kralsınız!” Gerçekten çok kızmıştı.

“Yaptığımda ne fenalık vardı anlamıyorum,” dedi Lionel. Tüm oğlan çocukları gibi o da biri tarafından sarsılmaktan nefret ediyordu. Tokat yemeyi bile buna tercih ederdi.

“Ne fenalık vardı, öyle mi?” dedi Maliye Bakanı. “Ah, iyi ama o kitaba dair ne biliyorsunuz? İşte mesele bu. Bir sonraki sayfada ne olabileceğini nereden biliyorsunuz? Belki bir yılan veya solucan, belki de bir kırkayak ya da bir devrimci gibi bir şey olabilirdi.”

“Şey, sizi sinirlendirdiğim için özür dilerim,” dedi Lionel. “Haydi, öpüşüp barışalım, arkadaş olalım.”

Başbakan’ı öptü, sonra güzelce oturup SOS oyunu oynadılar. Maliye Bakanı da hesaplarıyla uğraşacaktı.

Ne var ki Lionel yatağına gittiğinde bir türlü uykuya dalamadı çünkü kitap aklından çıkmıyordu. Dolunay bütün gücüyle parlarken yatağından kalkıp sessizce aşağı indi. Kütüphaneye girip o yüksek rafa çıktı ve Canavarlar Kitabı’nı buldu.

Kitabı alıp ay ışığının gündüz vakti gibi aydınlattığı terasa çıktı. Kitabı açınca altında “Kelebek” ve “Mavi Cennet Kuşu” yazılı boş sayfaları gördü. Sonraki sayfayı çevirdi. Bir palmiyenin altında oturmuş kırmızı bir şey vardı. Resmin altında “Ejderha” yazıyordu. Ejderha kıpırdamadı. Kral kitabı hemen kapatıp yatağına döndü.

Ama ertesi gün kitaba bir kez daha göz atmak istedi. Bu nedenle kitabı yanına alıp bahçeye çıktı. Firuze taşları ve yakutlarla süslü tokaları çıkarınca kitap bir anda kendiliğinden açılıverdi ve altında “Ejderha” yazan sayfa önüne serildi. Pasparlak güneş ışığı sayfanın üzerine vuruyordu ve Kızıl Ejderha ansızın kitaptan çıktı. Lal kırmızısı geniş kanatlarını yayarak uçmaya başladı. Bahçeyi aşıp tepelere doğru yol aldı. Lionel önündeki boş sayfayla tek başına kalmıştı. Yeşil palmiye ağacı ile sarı çöl haricinde bomboştu sayfa. Bir de Kızıl Ejderha’nın kurşun kalemle çizilmiş hatlarının dışına çıkmış boya fırçasının bıraktığı küçük kırmızı çizgiler vardı.

O vakit Lionel gerçekten fena bir şey yaptığını anladı. Kral olalı henüz yirmi dört saat geçmemişti ama sadık tebaasının hayatlarını altüst edecek bir Kızıl Ejderha’yı dışarı salmıştı bile. Üstelik bu insanlar ona bir taç ve diğer şeyleri alabilmek için onca zaman para biriktirmişti!

Lionel ağlamaya başladı.



Maliye Bakanı, Başbakan ve Dadı sorunun ne olduğunu anlamak için koşarak geldi. Kitabı görünce her şeyi anladılar. Maliye Bakanı dedi ki: “Seni yaramaz küçük kral! Dadı, onu hemen yatağına yatırın. Yaptıkları üzerinde kafa patlatsın bakalım.”

“Efendim, belki önce tam olarak ne yaptığını öğrensek daha iyi olur,” dedi Başbakan.

Bunun üzerine gözyaşları sel gibi akan Lionel şunları söyledi: “Bir Kızıl Ejderha vardı, tepelere doğru uçup gitti. Çok üzgünüm, gerçekten. Ah, lütfen beni affedin!”

Fakat Başbakan ile Maliye Bakanı’nın Lionel’ı affetmek dışında düşünecek şeyleri vardı. Ne yapılabileceğini öğrenmek için hemen polise danışmaya gittiler. Herkes elinden geleni yaptı. Heyetler kurup nöbet tuttular, pusuya yatıp Ejderha’yı beklediler. Ama Ejderha tepelerde kaldı. Artık yapılacak bir şey yoktu. Vefalı Dadı görevini ihmal etmedi. Belki de herkesten daha fazlasını yapmıştı zira Kral’a hafifçe bir tokat attı ve çay içmesine izin vermeden yatağına yatırdı. Ayrıca hava iyice karardığında kitap okuması için mum da vermedi.

“Sen haylaz bir kralsın,” dedi. “Kimse seni sevmeyecek.”

Ertesi gün Ejderha hâlâ sessizdi. Gerçi Lionel’ın tebaasındaki şair ruhlu kimseler Ejderha’nın yeşil ağaçlar arasında parlayan kızıllığını açıkça görebiliyordu. Lionel tacını takıp tahtına yerleşti. Bazı yasalar yapmak istediğini söyledi.

Başbakan, Maliye Bakanı ve Dadı’nın Lionel’ın şahsi hükmüne hiç güven duymadığını söylememe gerek bile yok sanırım. Hatta onu bir güzel tokatlayıp uyumaya yollayacaklardı muhtemelen. Ancak Lionel tahta çıkıp başına tacını taktığı anda yanılmaz hale gelmişti. Yani söylediği her şey doğruydu ve hata yapması imkânsızdı. Bu sebeple “Okullarda ve diğer yerlerde insanlara kitapları açmayı yasaklayan bir kanun olacak,” dediğinde, tebaasının en az yarısının desteğini almıştı. Halkın diğer yarısı olan yetişkinler ise Lionel’ın çok haklı olduğunu düşünüyormuş gibi yapıyordu.

Sonra yeni bir kanun yaptı. Buna göre herkesin karnını doyuracak kadar yiyeceği olacaktı. Bu kanun daima gereğinden fazlasına sahip olan kişiler hariç herkesi çok memnun etti. Dadısına dedi ki: “Onlar için böyle güzel, yeni yasalar yaptığım için insanlar beni çok sevecek.”

Ama Dadı şöyle cevap verdi: “Hemen havaya girme, canım. Ejderha’yı son kez görmüş değilsin.”

Ertesi gün cumartesiydi. Öğleden sonra Ejderha birden ortaya çıkıp o iğrenç kızıllığıyla halkın üstüne çullandı. Futbolcular ile hakemleri, kale direklerini, topu ve diğer her şeyi kapıp götürdü.

Bu olay insanları hakikaten sinirlendirmişti. Dediler ki: “İyisi mi ülkemiz bir cumhuriyet olsun. Onca yıl Kral’a taç alacağız diye didindik durduk, şu başımıza gelenlere bak!”

Bilge insanlar başlarını sallayıp ulusun spor sevgisinde düşüş yaşanacağı tahmininde bulundular. Hakikaten futbol, bir süre için popülerliğini yitirecekti.

Lionel o hafta boyunca iyi bir kral olmak için elinden geleni yaptı. İnsanlar, Ejderha’yı kitaptan çıkardığı için onu bağışlamak üzereydi. “Ne de olsa futbol tehlikeli bir oyun,” dediler. “Belki de insanları bu oyunu oynamaktan vazgeçirmek daha iyidir.”

Genel kanıya göre, futbolcular kaba saba ve ters adamlar olduklarından Ejderha’yı aşırı derecede kızdırmışlardı. O da sonunda uzak bir yere uçmuştu. Burada yalnızca kedi beşiği1 ve oynayanları kaba saba yapmayan başka oyunlar oynayabileceklerdi.

Parlamento cumartesi öğleden sonra toplanmıştı. Ejderha meselesini görüşmek için uygun bir zamandı çünkü milletvekillerinin büyük çoğunluğunun oturuma katılmaya vakti vardı. Ne yazık ki bir süredir uyuyan Ejderha, günlerden cumartesi olduğu için uyanmış ve parlamentoya yönelmişti. İşte bu olaydan sonra ortalıkta tek bir milletvekili kalmadı. Yeni bir parlamento oluşturmayı denediler ancak milletvekilliği de tıpkı futbolculuk gibi gözden düşmüştü. Kimse seçilmeye razı gelmiyordu. Dolayısıyla, parlamentosuz idare etmek zorundaydılar. Sonraki cumartesi gelip çattığında herkes biraz tedirgindi. Neyse ki Kızıl Ejderha o gün epey sessizdi, bir yetimhaneyi yemekle yetinmişti.

Lionel çok ama çok mutsuzdu. Parlamento, yetimhane ve futbolcuların başına gelenlerin kendi itaatsizliği yüzünden olduğunu biliyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini, bunun görevi olduğunu düşünüyordu. Peki, ama ne yapabilirdi?

Kitaptan çıkan Mavi Kuş, sarayın gül bahçesinde güzel güzel şakıyordu. Kelebek ise pek uysaldı, uzun zambaklar arasında yürürken Lionel’’ın omzuna tünüyordu. Kısacası Lionel, Canavarlar Kitabı’ndaki tüm yaratıkların Ejderha gibi kötücül olmadığını anladı. Şöyle düşündü: “Acaba Ejderha ile başa çıkacak başka bir hayvanı dışarı çıkaramaz mıyım?”

Canavarlar Kitabı’nı alıp gül bahçesine çıktı. Daha önce ejderhanın bulunduğu sayfaya geldi. Sonraki hayvanın adını görebilmek için yanındaki sayfayı azıcık açtı. Sadece “kor” yazdığını görebildi ama dışarı çıkmaya çalışan yaratık yüzünden sayfanın tam ortasının kabardığını hissetmişti. Kitabı hemen yere koyup var gücüyle üstüne oturarak kapatabildi. Kitabın yakut ve firuze taşlarıyla süslü tokalarını sıkıca taktı. Hemen Maliye Bakanı’nı çağırttı. Bakan, cumartesi gününden beri rahatsızdı. Dolayısıyla, parlamentonun diğer üyelerinin aksine Ejderha’ya yem olmaktan kurtulabilmişti. Lionel Bakan’a sordu: “Hangi hayvanın ismi ‘kor’ ile biter?”

Maliye Bakanı cevap verdi: “Mantikor2, tabii ki.”

“Nasıl bir hayvandır?” diye sordu Kral.

“Ejderhaların baş düşmanıdır,” dedi Maliye Bakanı. “Kanını içer onların. Sarı renkli, aslan gövdeli ve insan yüzlüdür. Keşke şimdi burada birkaç mantikor olsaydı. Ama yüzlerce yıl önce soyları tükendi. Ne şanssızlık!”

Bunun üzerine Kral hemen koşup kitabı getirdi ve “kor” yazan sayfayı açtı. İşte resim oradaydı. Tıpkı Maliye Bakanı’nın söylediği gibi aslan gövdeli ve insan suratlı sapsarı bir yaratıktı bu. Resmin altında “Mantikor” yazıyordu.

Birkaç dakika sonra Mantikor uykulu bir halde kitaptan çıktı. Gözlerini ovuşturup acıklı bir şekilde miyavlıyordu. Pek şapşal bir hayvana benziyordu. Lionel onu şöyle bir itekleyip “Haydi, git de Ejderha ile dövüş,” dediğinde kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp kaçıverdi. Gidip Belediye Sarayı’nın arkasına saklandı. Gece insanlar uyurken etrafta dolaşıp şehirdeki tüm kedicikleri mideye indirdi ve eskisinden de fazla miyavlamaya başladı. Cumartesi sabahı halk dışarı çıkmaktan biraz çekiniyordu. Çünkü Ejderha’nın ne zaman geleceği belli değildi. Mantikor sokakları bir aşağı bir yukarı inip çıkıyordu. İnsanların çaylarına katmaları için kapılarına bırakılmış sütlerin hepsini içti. Bununla kalmayıp süt kutularını da yedi.

Zerre kadar süt bırakmamıştı. Sütçünün sinirleri iyice harap olduğundan insanlar ödedikleri paranın karşılığını alamayacaktı. Kızıl Ejderha ise sokağa indi, Mantikor’u arıyordu. Mantikor onun geldiğini görünce gizli gizli kaçtı. Çünkü bu hayvan, ejderhalarla dövüşen türden bir mantikor değildi. Avcısından kaçan zavallı hayvan başka açık kapı göremeyince Büyük Postane Binası’na sığındı. Sabah postası arasına saklanmaya çalıştığı sırada Ejderha, Mantikor’u bulup üstüne çullandı. Postalar onu kurtaramayacaktı. Miyavlama sesleri şehrin dört yanında işitiliyordu. Mantikor’un içtiği sütler ve yediği kediler, miyavlamasını fevkalade kuvvetlendirmiş gibiydi. Sonra hüzünlü bir sessizlik oldu. Derken, pencereleri o tarafa bakan insanlar Ejderha’nın ağzından ateş ve duman püskürterek Büyük Postane Binası’nın basamaklarından indiğini gördü. Ayrıca Mantikor’un kürkünden kopardığı tutamları ve taahhütlü mektup parçalarını tükürüyordu. İşler iyiden iyiye ciddi bir hal alıyordu. Kral hafta boyunca halkın sevgisini ne kadar kazanırsa kazansın, cumartesi günü geldiğinde Ejderha’nın bu bağlılığı bozacak bir şey yapacağı muhakkaktı.



Ejderha cumartesi günü boyunca şehre musallat oldu. Yalnızca öğle saatinde bir ağacın altında dinlenmek için mola vermişti çünkü aksi halde güneşin şiddeti yüzünden alev alacaktı. Tahmin edeceğiniz üzere, zaten kendisi kor gibi sıcaktı.

Nihayet bir cumartesi günü Ejderha, Kraliyet Sarayı’ndaki çocuk odasına girerek Kral’ın evcil hayvanı olan sallanan atı kapıp götürdü. Bunun üzerine Kral altı gün boyunca durmadan ağladı. Yedinci gün geldiğinde öyle bitkin düşmüştü ki ağlamayı bırakmak zorunda kaldı. Mavi kuşun güller arasında öttüğünü duydu, kelebek de zambaklar arasında kanat çırpıyordu. Bunun üzerine Lionel dedi ki: “Dadı, lütfen yüzümü sil. Daha fazla ağlamayacağım.”

 

Dadı, Lionel’ın yüzünü yıkayıp “Şapşallık etmeyin küçük Kral,” dedi. “Ağlamanın kimseye bir faydası olmamıştır.”

“Bilmiyorum,” dedi küçük Kral. “Ama bir haftadır ağladığım için sanki her şeyi daha iyi görüp daha iyi duyuyor gibi hissediyorum. Dadıcığım, haklı olduğumu biliyorum. Haydi, bir kere öp beni, çünkü geri dönemeyebilirim. Halkımı kurtarmanın bir yolunu bulmak zorundayım.”

“Madem buna mecbursun, öyle olsun,” dedi Dadı. “Ama elbiselerini yırtma sakın, ayaklarını da ıslatma.”

Böylece Lionel çıkıp gitti.

Lionel Canavarlar Kitabı’nı bir kez daha gül bahçesine götürürken mavi kuş eskisinden de güzel şakıyor, kelebek daha parlak renklerle ışıldıyordu. Lionel korkup fikrini değiştirmemek için kitabı çabucak açtı. Kitap neredeyse tam ortasından açılıverdi. Sayfanın altında “Hipogrif”3 yazıyordu. Lionel resimde ne olduğuna bakmaya fırsat bulamadan kocaman kanatlar pır pır etmeye başladı. Ardından hızla yere vuran toynak sesleri işitildi. Bunu tatlı bir kişneme sesi izledi. Nazik ve dost canlısı bir sesti bu. Kitaptan güzel mi güzel beyaz bir at çıktı. Upuzun, bembeyaz bir yelesi ve yine upuzun beyaz bir kuyruğu vardı. Kocaman kanatları bir kuğununkini andırıyordu. Dünyanın en şefkatli ve içten bakışlarına sahipti. Orada, güllerin arasında duruyordu.

Hipogrif ipek gibi yumuşacık ve süt gibi beyaz burnunu küçük Kral’ın omzuna sürttü. Küçük Kral şöyle geçirdi içinden: “Şu kanatların olmasa, kaybettiğim sevgili sallanan atıma ne kadar çok benziyorsun!”

Sonra birden Kral, Kızıl Ejderha’nın o kötücül vücudunun gökyüzünde yayılarak yaklaştığını gördü. Ne yapması gerektiğini hemen anlamıştı. Canavarlar Kitabı’nı kapıp yumuşak huylu, güzel Hipogrif’in sırtına atladı. Hayvanın keskin ve beyaz kulağına eğilerek fısıldadı: “Uç sevgili Hipogrif, olanca hızınla Çakıl Taşı Çölü’ne uç.”

Ejderha onların harekete geçtiğini görünce hemen dönüp peşlerinden uçtu. Koca kanatları günbatımındaki bulutlar gibi birbirine çarpıyordu. Hipogrif’in kanatları ise ayın doğuşundaki bulutlar gibi kar beyazdı.

Şehir halkı Ejderha’nın Hipogrif ile Kral’ın peşinden uçtuğunu görünce onları izlemek için evlerinden dışarı çıktı. Gözden kaybolduklarını görünce en kötü ihtimalin gerçekleştiğinden emin olup sarayda düzenlenecek yas töreni için ne giyeceklerini düşünmeye başladılar.

Fakat Ejderha, Hipogrif’i yakalamayı başaramamıştı. Kızıl kanatlar, beyaz kanatlardan büyüktü ancak onlar kadar güçlü değildi. Ejderha’nın takip ettiği beyaz kanatlı at uzaklara uçup gitti, ta ki Çakıl Taşı Çölü’ne varana kadar.

Çakıl Taşı Çölü sahilin kumsuz kısımları gibi bir yerdi. Etrafa yayılmış yuvarlak, kaygan taşlardan başka bir şey yoktu burada. Yüz mil mesafede ne çim ne de tek bir ağaç gözüküyordu.

Lionel, Çakıl Taşı Çölü’nün ortasında beyaz atın sırtından atladı. Canavarlar Kitabı’nın tokalarını çabucak çıkarıp kitabı açık halde çakıl taşlarının üzerine koydu. Tekrar beyaz atının sırtına binmek için çakıl taşlarının arasında tıkırtılar çıkartarak aceleyle koştu. Tam atın sırtına atlamıştı ki Ejderha geldi. Dermansız bir halde uçuyor ve bir ağaç bulabilmek için etrafı kolaçan ediyordu. Çünkü saat on ikiyi vurmak üzereydi. Güneş mavi gökyüzünde atın sarısı bir beçtavuğu gibi parlıyordu. Yüz mil mesafede tek bir ağaç dahi yoktu.

Beyaz kanatlı at, kuru çakıl taşları üzerinde acı içinde kıvranan Ejderha’nın etrafında uçtu durdu. Ejderha iyice ısınmıştı. Hatta vücudunun bazı kısımlarından duman tütmeye başlamıştı. Bir ağaç altına saklanamazsa, bir dakika içinde alev alacağını biliyordu. Kızıl pençelerini Kral ile Hipogrif’e saplamak istedi ama onlara erişemeyecek kadar güçten düşmüştü. Ayrıca daha da ısınmaktan korktuğu için kendini zorlamaya cesaret edemiyordu.

İşte o sırada çakıl taşları üzerinde açık duran Canavarlar Kitabı’nı gördü. Altında “Ejderha” yazan sayfa açıktı. Kitaba bakıp tereddüt etti. Sonra bir kez daha baktı. Nihayet Ejderha, son bir öfkeli hamleyle kıvrılarak resme geri girdi ve palmiye ağacının altına oturdu. İçeri girerken sayfanın kenarını biraz yakmıştı.

Lionel Ejderha’nın neden kitaba girip kendi palmiye ağacının altına oturması gerektiğini anladı çünkü etrafta bundan başka ağaç yoktu. Hemen atından atlayıp kitabı sertçe kapattı.

“Yaşasın!” diye haykırdı. “Gerçekten başardık.”

Kitabın yakut ve firuze taşlı tokalarını sıkıca taktı.

“Ah, benim biricik Hipogrif’im,” dedi. “Sen dünyanın en cesur, en sevimli, en güzel…”

“Şşş,” diye fısıldadı Hipogrif tevazuyla. “Yalnız değiliz, görmüyor musun?”

Hakikaten Çakıl Taşı Çölü’nde büyük bir kalabalık sarmıştı etraflarını: Başbakan ile milletvekilleri, futbolcular, yetimhanedekiler, Mantikor ve sallanan at, yani Ejderha’nın mideye indirdiği herkes oradaydı. Anlayacağınız üzere, Ejderha’nın onları yanına alıp kitabın içine götürmesi mümkün değildi. Bir tek ejderha için bile yeterince küçüktü içerisi. Bu nedenle onları dışarda bırakmak zorundaydı.

Tüm insanlar bir şekilde evlerine varıp ve sonsuza kadar mutlu yaşadı.

Kral nerede yaşamak istediğini sorunca Mantikor, kitaba geri dönmek için yalvardı. “İnsanlar arasında yaşamak bana göre değil,” dedi.

Elbette kendi sayfasına nasıl gideceğini biliyordu. Kitabı yanlış sayfada açıp Ejderha’yı salıvermesi gibi bir tehlike sözkonusu değildi. Bu sayede kendi resmine döndü, bir daha da dışarı çıkmadı. İşte bu yüzden ömrünüz boyunca resimli kitaplardan başka hiçbir yerde Mantikor göremeyeceksiniz. Tabii ki kedileri ve süt kutularını dışarıda bırakmıştı çünkü kitapta onlar için yer yoktu.

Sonra sallanan at, kitabın Hipogrif’e ait sayfasına gidip orada yaşamak için yalvardı. “Ejderhaların bana bulaşamayacağı bir yerde yaşamayı isterim,” dedi.

Böylelikle beyaz kanatlı güzel Hipogrif ona kitabın içine giden yolu gösterdi. Sallanan at, Kral onu büyük büyük büyük büyük büyük torunlarının oynaması için dışarı çıkarana kadar orada kaldı.

Hipogrif’e gelince, Kral’ın Şahsi Sallanan Atı mevkisini kabul etti. Ahşap atın emekliliğe ayrılmasıyla bu pozisyon boş kalmıştı. Mavi kuş ile kelebek bugün bile saray bahçesindeki güller ve zambaklar arasında şakıyıp pır pır etmektedir.

1Kedi beşiği (Cat’s Cradle): Bir parça ipin el ve parmaklardan geçirilerek farklı şekiller oluşturulmasını içeren çocuk oyunu. Dünyanın en eski oyunlarından biri olarak kabul edilir, tek başına ya da daha fazla kişiyle oynanabilir. (ç.n.)
2Mantikor: Pers mitolojisinde yer alan aslan gövdeli, insan yüzlü efsanevi yaratık. (ç.n.)
3Hipogrif: Türkçede Şah gaga da denilen, bir kartalın ön kısmı ile bir atın arka kısmının birleşiminden oluşan efsanevi yaratık. (ç.n.)
Pulsuz fraqment bitdi. Davamını oxumaq istəyirsiniz?