Ferdi ve Şürekâsı

Mesaj mə
0
Rəylər
Fraqment oxumaq
Oxunmuşu qeyd etmək
Ferdi ve Şürekâsı
Şrift:Daha az АаDaha çox Аа

Halid Ziya Uşaklıgil, 1866’da İstanbul’da doğdu. İstanbul’da başladığı öğrenimine İzmir’de devam etti. Mechitariste Okulundan mezun olduktan sonra maddi imkânsızlıklardan dolayı tahsiline devam edemedi ancak edebî alanda kendisini geliştirecek faaliyetleri hiç bırakmadı. Fransızca ile birlikte İtalyanca da öğrenen Halid Ziya, kendisindeki büyük edebî yeteneği keşfeden hocalarının Avrupa’dan getirttiği eserleri okudu ve İngilizce dersleri aldı.

Türk edebiyatında genellikle Servet-i Fünûn dönemi içerisinde değerlendirilen Halid Ziya Uşaklıgil, edebî faaliyetlerine bu dönemden çok önce tercüme ile başladı. Yaptığı ilk tercüme Jean Racine’in La Thebaide adlı eseri oldu. Alexandre Dumas’dan La Reine Margot’yu, Eugene Scribe’den Bir Macera-yı Aşk’ı tercüme etti.

Halid Ziya Uşaklıgil, Türk Edebiyatı’nda Batılı tarzda roman yazımının öncüsü olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde, duyguların gelişimini en ince ayrıntısına kadar dikkat ederek kaleme aldığı tahlillerini, eşya ve tabiat tasvirlerini sağlam tekniği ile büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Sekiz romanı bulunan Uşaklıgil’in romanlarındaki estetiğin temeli psikolojidir.

İlk makalesini yazdığı 1883 yılından itibaren ölümünden iki sene öncesine yani 1943 yılına kadar yoğun ve zengin bir edebiyat faaliyeti içinde bulunan Halid Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında eleştiri tarihine yaptığı katkılar da büyüktür.

Uşaklıgil, Mayıs 1945’te İstanbul’da vefat etti.

Başlıca Eserleri: Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu, Nesl-i Âhir, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Deli, Bu Muydu?, Heyhat, Bir Yazın Tarihi, Valide Mektupları, Solgun Demet, Hepsinden Acı, Aşka Dair, Onu Beklerken, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl.

1

Elindeki kurşun kaleminin ucunu dişlerinin arasına sıkıştırmış; gözü, önündeki yazı masasını örten baştan başa rakam dizileriyle dolu büyük çizgili kâğıda dikilmiş, sol eli, hafif bir eğilişle omzuna düşen başının uzun kumral saçları içinde kaybolmuştu. Başının üzerinden donuk bir ışık saçan parıltının yansıyan titremesi içinde gözünün önünden bir sürü acayip gölgeler gibi ara sıra şişerek, ara sıra küçülerek, ara sıra titreyerek akıp giden rakam zincirine tüm varlığı ve düşüncesiyle kendini vermiş olan İsmail Tayfur, dişlerinin arasından ıslık çalar gibi bir sesle sayıyordu:

“1224, 3477, 20305, 683, 13560…”

Yazıhaneyi kaplayan derin sessizlik içinde genç adamın dudaklarından rakamlar, düzenli bir sırayla dökülüyor ve karşısına dayadığı büyük bir defterin arkasında yüzü kayboluyordu. Yalnız fesinden bir parçası görülen başka bir muhasebecinin çevirdiği yapraklardan çıkan bir hışırtı işitiliyor, biraz ötede, odanın bir köşesini kaplayan iki yüzlü alçak bir yazı masasında birer koyu gölge gibi görünen iki kişinin önlerindeki kâğıtlarda koşan kalemlerinin sinirleri tırmalayan cızırtıları çarpışıyordu.

İsmail Tayfur orada, gözünün önünde takım takım uçan rakam yığınları karşısında donmuş bir put, canlanmış bir sabır gibi; sekiz dizili, altı yapraklı bu aylık denge çizelge müsveddesinde; hep önünden kaçan, bu rakam karışıklığı içinde kırılmaz bir inatla gizlenen otuz altı kuruşluk bir farkı bulmak için işte iki saatten beri ciğerlerini parçalıyor; sabahın dokuzundan beri kafasını ağrıtan, beynini şişiren, gözlerini bulandıran aralıksız bir uğraşmadan sonra otuz altı kuruşluk aşağılık bir farkın arkasından koşuyordu.

Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin bu muhasebe odasında dört kişiydiler. Tavana asılı iki büyük lambanın ışığı, uzun, koyu perdelerle pencerelerin önünde çizilen gölge setlerinin üzerine dökülerek, duvarları örten levhaların, haritaların, ilanların üzerinden kayarcasına, odanın sağ yanında karanlık bir kapı gibi ağzını açan, rafları yüklü oldukları iri, kalın defterler altında çökmüş gibi kıvrılan dolabın içine sokuluyordu. Şurada gölgeden bir leke etrafında parıltıdan bir daire, burada karanlık bir yüzey üzerinde parıltıdan bir parça bırakarak garip levhalar, yer yer gölge ve ışıktan yapılma resimler vücuda getiriyordu.

Odanın ortasından ateşten bir yaratık gibi homurdanarak, göğsünde gök gürültüsü ve yıldırım besliyormuş gibi derinden iniltiler çıkararak, birer uçan yılan gibi kıvrılıp havaya atılmak istiyormuşçasına boruya saldıran alevlerle kızaran büyük sac soba, bu kış gecesinde, pencerelerin arasından giren dondurucu havayı kızdırıyor; bu dört kişinin yorgun düşüncesini, yorgun vücudunu hoş bir sıcaklık içinde tutuyordu. Odanın kapısına karşı gelen duvarda eski bir zincirli asma saat; bu muhasebe odasının tekdüze hayatından bıkmış, usanmış gibi ağır bir hareketle zincirlerini toplayarak, güllelerini sürükleyerek dönüyor; bu derin sessizlik içinde şu dört kişide bir canlılık belirtisi görülmüyordu. Yalnız insanlara bir yaşama yeri değil, rakamlara bir dolaşma alanı da olan bu yerde; kalemlerin hiç durmayan bağırtısı, sayıların yorgun bir sesle sürekli sessizliği hüküm sürüyordu:

“8380, 450, 5670, 894, 7240, 350…”

Artık yorulmuş, sesi kısılmıştı. Şimdiye kadar altı yaprağın dördünü bitirmişlerdi; daha iki yaprak, birer arşınlık on altı sütun vardı. Şimdi İsmail Tayfur kısaltıyor, fark son iki basamakta olduğu için, onlardan sonraki basamakları söylemeye gerek görmüyordu. Bunu niçin önceden düşünmemişti? Kendi kendisine kızıyordu. Ya fark, sandığı gibi, müsveddenin bir yanlışlığından meydana gelmişse ne yapacak? Bu otuz altı kuruşluk farkı nereden bulup çıkartacak? Bu sorular beyninde bir yara açtığı sırada ağzından sayılar doğal bir akıntıyla dökülüyordu:

“25, 34, 40, 50, 25…”

Uzun bir hırıltı işitildi; saat, bu dört kişinin hep aynı şekildeki hayatını ölçen, sayılar karşısında geçen şu tekdüze yaşamı tartan aracın tokmağı, yıllardan beri her vuruşunda hayattan bir saatin daha kaçışını bildirerek dövdüğü tunç tasın üstüne yavaş yavaş dokuz kez kalkıp düştü.

Şimdi hepsi başlarını kaldırmışlardı. Nasıl? Saat gecenin dokuzuna gelmiş mi? Demek on iki saatten beri burada çalışıyorlardı! Yalnız İsmail Tayfur, durumunu değiştirmemişti. Saate bakmanın ne gereği var? Saatin dokuzu çalması, farkın bulunması demek değildi. Bu gece bu farkı bulmaya mahkûm değil miydi? Eğer bulunmayacak olursa yarın kesin denge cetveli düzenlenemeyecekti. Şimdi artık canı sıkılıyor, acele ediyor; ağrımaya başlayan boğazını zorluyordu. Hatta bir kez karşısında büyük defterin yapraklarını çevirerek işini yapmakta olan, her sayı söylendikçe elindeki kurşun kalemiyle işaret eden arkadaşı “Rica ederim!” dedi.

İsmail Tayfur, biraz yavaşlattı, şimdi beşinci yaprağın sonuna yaklaşmıştı. Son sütunun sayısını söyledikten sonra başını dayadığı elini uzattı, yaprağı çevirdi; büyük kâğıt, kanatları düşen, vurulmuş iri bir kuş gibi yazı masasının öte yanına devrildi. Şimdi, son sayfaya gelmişlerdi:

“47, 73, 86, 93, 62…”

“Nasıl?”

İsmail Tayfur, başını kaldırdı; işe başlayalıdan beri birinci kez olarak arkadaşı tekrarlıyordu. Acaba fark, orada mıydı? Belki değildir, belki bu umut boşa çıkacaktır korkusuyla tekrar edemedi; arkadaşına dalgın dalgın bakıyor; o da kendisine bakıyordu. İkisi de “Acaba bulundu mu?” demek istiyordu.

Genç adam, gözlerini indirdi, kaçırmamak istiyormuş gibi parmağıyla tuttuğu sayıya bakarak, yavaş bir sesle yineledi:

“62…”

Arkadaşının dudaklarında şimdi hafif bir gülümseme vardı. İsmail Tayfur, karşısındakinin düşüncesini araştırırcasına baktı.

Bu adam, ufak tefek yapılı, küçük başlı, beyaz saçları dökülmüş, yazı masasının üzerindeki iri defterin arasında sıkışmış da kurumuş gibi solmuş, buruşmuş bir ihtiyardı.

İsmail Tayfur, yaşına saygı göstermek için adına “efendi” sözünü ekleyerek çağırdıkları Hasan Tahsin Efendi ile odanın ortasını kaplayan yüksek, büyük bir yazı masasının iki yanında çalışırlardı. İkisi de defter tutma işiyle görevli oldukları için bu altmış beş yaşındaki ihtiyarla o yirmi dört yaşındaki genç, sürekli bir ilişki içindeydiler.

Aralarında bu ilişki, içten bir sevgi hâlini almıştı ki buna, “hesap akrabalığı” adı verilebilirdi. Hasan Tahsin Efendi, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin ilk kuruluşunda, yani otuz beş yıl önce buraya muhasebeci olarak girmişti. O zaman bu ticaretevinin işleri çok olmadığı için memur olarak iki kişiydiler: Bir Tayfur’un ölmüş babası, bir de kendisi… Tayfur’un babası veznedardı. Otuz iki yıl, bu iki arkadaş, beraber yaşadıktan sonra şimdi Hasan Tahsin Efendi, arkadaşının oğluna eşlik ediyordu. Yaşlı muhasebeci ne zaman bu karşıtlıktan söz etse göğüs geçirirdi. O da bir gün zavallı arkadaşı gibi defterinin üzerine düşüp son nefesini, son rakamın üzerinde vermeyecek miydi?

Hasan Tahsin Efendi, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin canlı tarihi gibiydi… Boş kaldıkları zamanlar bu yazıhanenin topluluğunu meydana getiren o iki kâtiple bu iki muhasebeci biraz konuşmaya zaman bulabilirlerse konularının dar çerçevesi içinde her zaman tekrarlanan bir konu olarak ticaretevinin eski tarihi seçilirdi.

Bu konuları en iyi anlatan, Hasan Tahsin Efendi olurdu. Hatta bir gün ticaretevi sahibi Ferdi Efendi’nin bir sinir bunalımı arasında birkaç ağır sözcüğüne hedef olan yaşlı muhasebeci, sarı benzi donmuş, dudaklarının rengi uçmuş olduğu hâlde onun odasından çıkıp yazıhaneye geldiği zaman zangır zangır titreyerek demişti ki:

“Ah! Değer bilmez adam…”

Yaşlı adamın bu öfkeli bağırışı üzerine masasında, “Trabzon’da kereste tüccarlarından izzetlu…” diye başladığı mektubu bırakan Mehmet Rıfkı başını kaldırmış; cevap verilmiş bir deste mektubu bir mukavva kutuya koymakla uğraşan Osman Şevket yüzünü çevirmiş; uzun bir toplam yapmakta olan İsmail Tayfur da her zamanki gibi bir söylev vermeye başladığını fark ettiği Hasan Tahsin Efendi’yi iyice dinleyebilmek için toplamı yarım bırakarak yüksek iskemlesinin üzerinde çevrilmişti.

 

Hasan Tahsin Efendi, öfkesinden titreyen buruşuk elini, Ferdi Efendi’nin odasına uzatarak kendisine özgü kesik bir sesle, sözlerini sürdürmüştü:

“O gururuna, kibrine çelikten bir dayanak gibi arkasında duran kasanın içindeki parada benim kanımdan, benim hayatımdan bir parça olduğunu unutuyor. Otuz beş yıllık bir memuru, altmış yaşında bir ihtiyarı, babasının bütün hayatına katılmış, onu zengin etmek için saçlarını ağartmış, onun milyonlarını hesaplamak için gözlerinin canlılığını kaybetmiş bir zavallıyı, karşısına çağırmış da azarlıyor. Senin o üzerinde milyonluk bir altın kürsü gibi kurularak oturduğun sandalyeye o kuvveti vermek için biz ne olduk, bilir misin? Kuruduk! (Burada Hasan Tahsin Efendi, sözüne kişisel bir tanıkmış gibi vücudunu gösteriyordu.) Ah! Ayda yirmi beş lirana avuç açan bir aile babasını azarlamak hoşuna gidiyor, öyle mi?”

Memurların üçü de onu kaygıyla dinliyorlardı. Bu konu üzerinde söz söylendiği zaman hepsinde de bir duygu birliği meydana gelirdi. Bu dört yoksul adam, kalemlerinin ucunda yüz binlerce liraların çalkantısını gören, defterlerinde yüz binlerce liraların dolaşmasını işaret eden bu dört yoksul, o kadar güç kıran uğraşmalardan sonra ay sonunda kendilerini bekleyen değersiz tutarı düşündürecek bir söz olduğu zaman kalplerinin hep beraber ağladığını duyarlardı.

Hasan Tahsin Efendi, söyleyeceği şeylerle hedefi olduğu aşağılatmadan öç alacakmış gibi -ara sıra dinlenmek için yazı masasının yanında bulundurduğu- hasır iskemlenin üzerine düşercesine oturmuş; biraz daha sakin, biraz daha hafif bir sesle devam etmişti. Şimdi Mehmet Rıfkı ile Osman Şevket; biri kalemini, öbürü mukavva kutuyu bırakarak, manyetik bir çekime yenilmişler gibi yaklaşmışlar; karşısında bir dinleyici topluluğu meydana getirmişlerdi:

“Otuz beş yıl önce babası Hüseyin İlhami, beni gümrükte stajyer olarak devam ettiğim bürodan çıkarıp da dört lira aylıkla yanına aldığı zaman bu Ferdi ne kadardı, bilir misiniz? Üç yaşında… (Hasan Tahsin Efendi eğilerek eliyle bir kedi boyunu gösteriyormuş gibi işaret etti.) Evet, üç yaşında bir çocuk! Hiç unutmam, yanlarına ilk girdiğim gün arkasındaki solmuş mavi basmadan bol hırkasının içinde… Siz şimdi şu tantanayı gördükçe Ferdi Efendi’nin o zaman omzuna katır boncuğu dikilmiş mavi soluk bir hırka giyen sümüklü bir çocuk olduğuna inanmazsınız… Evet! O bol hırkasının içinde kaybolmuş gibi ayaklarımın arasında dolaştığı zaman, ne yaptım bilir misiniz? Bu çirkin çocuğu, kollarından tutup odadan dışarıya attım. Abdülgafur Efendi, İsmail Tayfur’un zavallı babası, bana öyle bir bakmıştı ki, bunda, ‘Oh! Ne iyi yaptınız! Şu pis çocuktan her gün çektiğimi bir ben bilirim, bir o bilir!’ anlamını açıkça okumuştum. İşte bu Ferdi, bugün beni odasına çağırmış da ‘Tahsin Efendi! Sen yaşlandıkça garip oluyorsun!’ diyor. Ah! O zaman, o zaman görmeliydiniz efendiler! O zaman bu zenginlik yoktu. Bunlar, yani babası, amcası filanı yıllarca Karadeniz’in üzerinde tekne kadar kereste çektirmelerini sürükledikten, tuzlu rüzgârlarda derileri yarılıp kızgın güneşlerde piştikten sonra iki üç yıl önce Unkapanı’nda bir kereste deposu tutmuşlar; Trabzon’da, Sinop’ta, bilmem nerede edindikleri ortaklarla işe başlamışlardı. Eminim, başladıkları zaman Hüseyin İlhami ile kardeşinin servetleri, üç yüz lirayı bulmazdı. İki yıl içinde, yani Abdülgafur ile ben girdiğimiz zaman üç bin liralık ticaret içine başlamış olduk. Hâlâ Unkapanı’nda, o pis ahır gibi yerdeydiler; hâlâ gündüzleri pide ile tahin helvası yerlerdi. İşleri o kadar çoğalmıştı ki artık yetişmek mümkün olamamış ve bir kâtiple bir veznedar tutmak gerekli görülmüştü. Abdülgafur… (Hasan Tahsin Efendi bir göğüs geçirdi.) Bu zavallı adamın adını ne zaman ansam yüreğimde bir damarın sızladığını duyarım… Abdülgafur, benden on iki gün önce alınmıştı… Ona da dört lira veriyorlardı…

Bize kereste yığınlarının üstünde, asma merdivenle çıkılır, güvercinlik gibi bir yer yaptırmışlardı; onlar, aşağıda odaya benzer bir kümeste otururlardı. Benim elime, gezginci bir Yahudi defterciden dört buçuk kuruşa alınmış bir defter, Abdülgafur’un eline, iri bir anahtar tutuşturmuşlardı. O zaman her ikimiz de gençtik; ama genç olmak neye yarar? Orada kereste kokusu içinde yaşlanacak olduktan sonra! Burada tam on sekiz yıl yaşadık; bu on sekiz yıllık hayat, ciğerlerimizi kuruttu, şakaklarımızda beyaz teller çıkardı, zamanında tıraş edilmemeye alışmış sakallarımıza kır düşürdü de ne oldu bilir misiniz? Aylıklarımız on iki liraya, Hüseyin İlhami ve Ortakları Ticaretevi’nin de serveti altmış bin liraya çıktı! Altmış bin lira! Bu altmış bin lira içinde geçen günlerimizi düşündükçe ağlarım! Bundan sonra büyük bir değişme oldu; birdenbire gelen ölüm, Hüseyin İlhami’yi alıp götürdü, uzun bir miras çekişmesi başladı. Ferdi, babasının tek mirasçısıydı, amcasından ayrıldı, ticaretevinin sermayesi yarı yarıya indi, ortak olarak yalnız Sinop’ta Mestanzade Kardeşler kaldı. Kuruluşun adı da ‘Ferdi ve Ortakları’ oldu, Unkapanı’ndaki mağazalar depo olmak üzere bırakıldı, Ferdi bir odalık aldı, bu binayı yaptırdı, yazıhane buraya taşındı.

Ferdi o zaman yirmi bir yaşında, tek başına otuz bin liralık bir servete sahipti; biz ikimiz bu genci bu servet içinde idareye başladık. Yıllar geçti; bu servet, korkunç bir ejder gibi şiştikçe şişti. Biz kurudukça kuruduk, bir gün Ahdülgafur, ciğerlerinden kanını defterinin üstüne kusarak hayatını harcadığı sayıların içinde ruhunu da boğup gitti. Şimdi, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin kalıntılarından bir ben varım. Oysaki ben, değerli bir hatırda değil, bunamış bir ihtiyarım! Ferdi, o otuz beş yıl önce soluk hırkasının içinde yuvarlanan Ferdi, bugün bu yaşlı adamı karşısına çağırıyor da samur kürkünün kollarını toplayarak, (Hasan Tahsin Efendi anlatırken gülünç bir biçimde taklit ediyordu.) bana, ‘Sen kocadıkça ne garip oluyorsun!’ diyor.”

Hasan Tahsin Efendi, sözlerini belki daha sürdürecekti ama bu sırada Ferdi Efendi’nin zili çalınca konuşmasına son vermişti.

***

Bu gece İsmail Tayfur, “62…” sayısını tekrarladığı zaman, yine konuşkan ihtiyar, söz söyleyeceğini belirtir bir sesle, yüksek iskemlesinden atlayarak:

“Sayı işi! Pis iş! Bilmem, düşünceyi bunun kadar yüksek derecesinden düşürecek, kişinin bütün duygularını çürüterek zihni anlamsız, ruhsuz birtakım şekiller içinde boğacak başka bir meslek var mıdır? Düşününüz! On saatten beri kesilmeyen bir uğraşma içinde üç yüz sayfalık bir defterin binlerce rakamı içinden sürüyle sayıları alacaksınız; önünüze ince mavi çizgileri gözlerinizi yoran kâğıdı onlarla dolduracaksınız. Ufak bir dikkatsizlik, küçük bir düşünce, kalemin basit bir hevesi, sigaranızın ince bir dumanı, bakışınızın küçük bir savsaması, bir hiç, bir 26 sayısını 62 yaptırır; 36 kuruş bir fark çıkarır, on saatlik çalışmasından sonra geniş bir soluk almak istediğiniz sırada bir o kadar daha, belki daha çok, belki de günlerce uğraşmak gerekir.

Bu uğraşın içinde fikre eğlence olacak, yüreğe tat verecek, kişiye insanlığını düşündürecek, elinizde bağıran kalemi bir hazla titretecek bir şey yok; yalnız sayı… O çizgilerden, yuvarlaklardan meydana gelmiş garip, acayip resimler! Ah! Bir muhasebecinin hayatında sayı ne demek bir bilinse! O hayat, artık bir hayat; o kişi, artık bir kişi değildir, inanır mısınız? Otuz beş yıllık hayatımı alan rakamlar, beni ne yaptı, bilir misiniz? Bazı zamanlar oluyor ki, aklıma gelen bir düşünceyi birer sayıyla belirtmek istiyorum… Sayı, düşüncemde dilden çok yer tutmuş! Biraz daha ilerlesem, söz gelimi, ‘Karnım aç!’ diyecek yerde ‘Dört kere dört, on altı!’ diyeceğim. Sayı, bütün var olan şeyleri bana o kadar unutturmuş, duygularımı o kadar kör etmiş ki çiçeklerin ruhu titreten kokusunu, gökyüzünün düşünceye kanat veren rengini duymuyorum, anlamıyorum… Abartıyorum sanırsınız; otuz beş yıl… Ne demektir, bilir misiniz? İşte yine sayı… On iki bin şu kadar gün… Onar saatlik sayı uğraşı; zavallı kısa ömrümde yüz on iki bin saatlik bir sayı hayatı meydana getiriyor! Şimdi size yağmurlu havalarda pencere camlarının üzerinde suların çizdiği şekilleri sayılara benzetmeye çalışarak saatlerce eğlendiğimi söylersem şaşmazsınız değil mi? (İhtiyar muhasebeci gülerek ve artık şaka ettiğini anlatmaya çalışarak ekledi.) Hatta çocuklarıma birer sayı adı koymak istemediğime şaşıyorum. Söz gelimi Münir, tokmak gibi bir çocuktur; adı 9 olsaydı pek iyi yakışırdı! Gülmeyiniz! İnsan, hatta sayılarda bir anlam aramaya başlıyor… Kim anlatıyordu, bilmem? Yazı öğretmenlerinden biri harflerin birer rengi bulunduğuna; söz gelimi ‘v’nin kırmızı, ‘l’nin yeşil olduğuna inanırmış!

Bende daha sayılar hakkında böyle inanış meydana gelmedi ama söz gelimi 9 şişman bir adama, 1 ince bir genç kıza pekâlâ benzer! Deli olduğuma inanacağınızdan korkmasam, daha garibini söylerdim… Fakat ne zarar var! Varın öyle sanın! Bilir misiniz? (Burada sesini bir sır söylüyormuş gibi indirdi.) Bazen, gece şu odada, siz gittikten sonra yalnız kalıp da bir sayı sağanağı içinde boğulduğum zamanlar ne sanırım! Bu sayılar, bu zorluklar, küçük küçük birtakım garip yaratıklarmış da öyle kalemin ucundan kanatlanıp uçuyorlarmış, kâğıt üzerine dağılıyorlarmış… Nasıl diyeyim? Bu duyguyu nasıl anlatayım? Ben devmişim de bu garip, acayip şeyler canlanıp benden çıkıyorlarmış gibi sanırım… Bu hâl, bana bir hastalıktan kaldı. Şimdi dört yıl oldu… (Yaşlı adam İsmail Tayfur’a döndü.) Sen o zaman okuldaydın fakat bunlar bilirler… Korkunç bir nöbete tutulmuştum… Nöbet geldiği zaman ne görürdüm, bilir misin? Gözlerimin önünde iri, kalın, ufak, ince, bin şekilde, bin çeşitte, karmakarışık bir sürü sayı! Bunlar hep bir yığın böcek veya doğa dışında bir küme yaratık gibi sekizler yedilerle, üçler ikilerle kol kola vermiş veya bir altının kafasına bir beş düşmüş yahut bir dördün ensesine bir dokuz binmiş olduğu hâlde çılgın bir dansla gözlerimin önünden geçerdi… Hastalığım sürdükçe bu hayal ilerlemişti… Bir zaman geldi ki, bunlardan korkmaya başladım… Hele bir gün, pek iyi bilirim, bana çirkin bir gülümsemeyle sırıtıyormuş gibi bakan bir altıdan o kadar korkmuştum ki, ‘Aman! Aman! Altı!’ diye bağırarak sıçramıştım. Bunu, sayıları tanımamış, onlarla yaşamamış bir adama anlatırsanız sizi deli sanır.

Onlar mı haklı, ben mi haklı; bilmem ama doğru olan bir şey vardır ki, deliliğe sayı kadar yardım edecek bir şey olamaz. Kendimi düşünüyorum da korkuyorum… Ara sıra mutlaka deli olacağıma inanıyorum… Sabahleyin uykudan uyandığım zaman ilk düşündüğüm şey, defterimin bir tarafında yarım kalmış bir toplam veya bir cetvele eklenmesi gerekli bir sayıdır… İşimin başına geldiğim zaman başka şey düşünme imkânı yok; beni bekleyen yüzlerce kâğıttan sayı toplayıp ait oldukları defterlere dağıtmalı ve bölmeli, harf dağıtan bir dizici gibi her sayıyı ait olduğu göze yerleştirmeli, bu uğraşma içinde acıkabilirsem… Çünkü şu iskemlenin üstünde acıkmak da kolay bir şey değildir. Acıkabilirsem bir şey yediğim sırada yine onları düşünmeli; akşama dek, ara sıra geceye dek yine onlarla uğraşmalı; en sonunda öyle bir hâle gelmeli ki beyin uyuşmalı, göz kararmalı; sarhoş olmuş, fikri işlemez olmuş, aklı karışmış bir adam gibi buradan çıkıp eve gitmeli. Eşiniz, kızınız, oğlunuz, sizi bekliyordur; size gülümsüyorlar; sizden gülümseme bekliyorlar; gülmeye gücünüz kalmamış ki gülesiniz. Onlar söylerler, siz dinlersiniz; siz söylerseniz onları sıkacağınızdan, mutluluklarını gölgelendireceğinizden emin olunuz. Çünkü söyleyeceğiniz, mutlaka hayatınızdan, geçiminizden yakınmadır; ne gereği var? Feda ettiğiniz bir ömrün yasını onlara mı tutturacaksınız? Siz yorgun; onlar ilk önce neşeli, sonra sizden geçen kederle üzgün; bu hâlde uyku zamanı gelir, yatağa girersiniz, orada sanki sizi rahat bekliyordur. Ne yazık! Beyin! O zavallı duygu kutusu! Sayılardan aldığı vuruşların o kadar etkisine esir olmuştur ki size uykunuzda da toplama yaptırır; uykunuzda da ‘Elde var sekiz, altı daha on dört…’ diye tekrarlayıp durur.”

Bu sözleri söyleyen muhasebeci, dinleyenler üstünde meydana getirdiği etkiyi anlayıp da artık sözlerine son vermek isteyen konuşmacılara özgü bir hâlde etrafa baktıktan sonra, ağırbaşlı bir davranışla ilerleyerek İsmail Tayfur’a yaklaştı. Elini hafifçe genç adamın omzuna koyarak ağır, ciddi bir sesle ekledi:

“İşte sen geldin de böyle bir mesleğe, böyle bir uçuruma atıldın. Zavallı babanın hayatı, çabalarının sonucu, senin için bir ibret dersiydi. Burada ne olacağını anlamak için onu düşünmelisin! Ama sen! Sen, buraya gelmeseydin, buraya gelip de babanın yalnız ve çaresiz bıraktığı aileyi beslemeye zorunlu olmasaydın, bir şey olabilirdin! Eminim, şimdi sen geceleri gökyüzünün ışıklarına daha gençlik şiiriyle dolu olan gözlerini yönelttiğin zaman bakışın, siyahtan başka bir şey görmüyor. Ben de öyleydim; ama sende biraz umut ışığı, biraz hülya pırıltısı olsa…”

Hasan Tahsin Efendi bitiremedi, tam bu sırada bir kapı gıcırdadı, dördü de başlarını çevirdiler, Ferdi Efendi odanın eşiğinde görüldü.

 

Ferdi Efendi, ince, uzun boylu, içinde yuvarlandığı altınların rengini almış gibi sarı saçlı, sarı sakallı, bünyesinin zayıflığına kanıt sayılacak kadar donuk benizliydi. Hayatını baştan aşağı kaplayan sakat benliğinin verdiği endişeyle alnı çizilmiş; boyu, ömründen otuz sekiz yılını geride bıraktıktan sonra artık ileride yaşayacak çok yılı kalmadığını anlamış gibi biraz öne eğilmişti. Hayata kazanmak, kazanmak, her zaman kazanmak için geldiğine karar vermiş; paradan başka dünyada hiçbir şeyin değeri olabileceğini düşünmek zahmetini asla duymamıştı. Kişinin para yaptığına değil, paranın insan yaptığına tam bir inanışla bağlanmış; hatta insanlığın şu dünya üstündeki bedeninin, paradan nimetlenmek amacına dayandığı düşüncesini, tek bir bilgelik olarak kabul etmiş; öngörüsü para ile sınırlı bir ufuktan başka hiçbir ufka açılmamış; paranın her şey, her şeyin hiç olduğuna inanmış bir adamdı.

Ferdi Efendi’de, iki şey vardı; dikkat edildiği zaman korku verirdi: Gözleri, dudakları!

İnce, seyrek, sarı, gizli bir düşünce saklıyormuş gibi garip bir şekilde basık, yüreğinin sırrını verebilecek bakışını saklamak istiyormuş gibi düşük kaşları altındaki bu mavi gözlerde; bütün topluma karşı bir alay gülümsemesi gibi ince, küçük dişlerinin üstünde sonsuz bir tebessümle kasılmış o dudaklarda; doğa dışında, şeytanca, cehennem gibi bir şey, belirtilemez, yorumlanamaz bir anlam vardı ki, dikkat edildiği zaman bir yılanın, bir timsahın görünüşünden doğan korkuya benzer bir şey duyulurdu.

Hasan Tahsin Efendi, derdi ki:

“Bu gözleri, bu dudakları görüyor musunuz? Para, zavallı kişileri kötülüğüne kurban eden o iblis, boş sofrasının üstünde ağlayan aç bir aileyi gördüğü zaman bu gözlerle, bu dudaklarla güler.”

İsmail Tayfur, Ferdi Efendi’nin bu gözlerine, bu dudaklarına bakmaya asla cesaret edememişti. Bakışı, o her zaman hareketli, her zaman fır dönen gözlere; o her zaman gülümseyen, her zaman kasılmış dudaklara rastladıkça kalbinden soğuk bir şeyin aktığını duyardı.

***

Ferdi Efendi eşikten geçti, ağır adımlarla ilerledi; şimdi Hasan Tahsin Efendi biraz geri çekilmiş, haberleşme memurları gözlerini kalemlerinin ucuna dikmiş, İsmail Tayfur yüksek iskemleden aşağıya inmişti.

Ferdi Efendi odanın ortasına kadar ilerledi, bir şey söylemek istiyormuş da nasıl başlayacağını düşünüyormuş gibi gözlerini süzdü, sonra birdenbire, emir veren bir sesle İsmail Tayfur’a “Yarın akşam beni görünüz!” dedi.

Genç adam gözlerini kaldırdı, birinci kez olarak böyle bir emir alıyordu; bu sözün altındaki amacı anlayabilmek için Ferdi Efendi’ye bakmak istedi, başaramadı. Ferdi Efendi, şimdi yazışma görevlilerine dönmüş, diyordu ki:

“Bana ihtiyacınız var mı? İmza edilecek şeyler yarına kalsın! Ben, içeriye giriyorum.”

Ferdi Efendi odasına çekildi; kapının sürgülendiği, biraz sonra içeriden diğer bir kapının açılıp kapandığı işitildi; efendi hareme girmişti.

Memurlar, “Yarın akşam beni görünüz!” sözünü anlayabilmek için İsmail Tayfur’a baktılar, genç adam omuzlarını hafifçe silkerek: “Ne olacak? Yine bir iştir!”

Hasan Tahsin Efendi odanın sofaya açılan kapısının yanındaki çıngırağın ipini çekti, yazı masasının önündeki defteri kapadı, dişlerinin arasından, “Gidelim!” dedi. Şimdi herkes kâğıtlarını topluyor, paltolarını giyiyor, içeriye giren uşak, lambaları söndürüyordu.

Dördü birden yazıhaneden çıktılar, sofayı geçtiler, mermer merdiveni susarak indiler. Burası, küçük bir avluydu, sokak kapısını açtılar, arkalarından ağır demir kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Dışarıda kar yağıyordu, sokaklar karla örtülüydü, donmuş bir rüzgâr yüzlerine çarptı. Yukarıdan, yazıhanenin eski saati, yaşlılara özgü öksürüklü sesiyle onu çalıyordu. Karların üstünde gölgeleri dans eden dört arkadaş, şemsiyelerini açtılar; hızlı adımlarla ilerlediler.