Cehennem

Mesaj mə
Müəllif:
0
Rəylər
Fraqment oxumaq
Oxunmuşu qeyd etmək
Şrift:Daha az АаDaha çox Аа

Ekmek, barış ve özgürlük isteyen milyonlarca insanın sevdiği ve takdir ettiği Barbusse, zincirlerinden kurtulmak için savaşan halkın davasını bütün bilinciyle sahiplenmiş gerçek bir entelektüel ve eşi az bulunan bir savaşçıydı. İşçi sınıfına ve Ekim Devrimine sarsılmaz bir sadakatle bağlı olan yoldaş Barbusse; devrimci, halk dostu ve barış savunuculuğu ile baştan itibaren, devrimin ateşli bir koruyucusu olmuştu.

V. İ. LENİN

Onun hayatı, kavgası, tecrübeleri ve kişiliği bütün ülkelerin genç nesil işçilerine ve insanlığın kapitalist esaretten kurtuluş savaşına örnek olacaktır.

MAKSİM GORKİ

Barbusse’ün kitapları Türkçeye çevrilmemiştir. Türk okurları henüz onun kim olduğunu bilmiyor, bunun için ilk yapılacak iş, kitaplarının hiç olmazsa birkaçının dilimize çevirmek olmalıdır.

NÂZIM HİKMET

Bence, Henri Barbusse bir yüksek, bir gerçek sanatçının nasıl çalışması, nasıl yaşaması, nasıl ve niçin dövüşmesi lâzım geldiğini, bütün bir insan soyuna en muazzam ölçülerle gösteren bir âbidedir.

SABAHATTİN ALİ

İnsanlığın kurtuluşu uğrunda durup dinlenmeden çarpışan, inandığı gerçekleri hiç bir tehlikeden çekinmeden, asil bir feragatle zalimlerin suratına haykıran ve yalnız sözle kalmayarak, fikrini hareketiyle birleştiren bu büyük adamın misali daima aramızda yaşayacak ve bize yol gösterecektir.

NURULLAH ATAÇ

O, devrinin en kuvvetli kalemi, en kuvvetli mücadelecisi, en ileri idealisti idi. Bir fikir için yaşamasını, bir fikri yaşatmak için yaşamasını bildi. Onun çetin, nankör bir yolda daima hedefine doğru aydınlık bir gidişi vardı.

Dr. SUPHİ NURİ İLERİ

Çevirmenin Önsözü

Henri Barbusse, 1908’de okurla buluşan ilk romanı Cehennem’i, hayatının türlü mecburiyetler yüklenmek zorunda kaldığı bir döneminde kaleme alır. Bu fazlasıyla kişisel roman, günlük işler tamamlanıp gecenin sessizliği ortalığa çöktüğünde yazılır. Eser, biçimini natüralizm kadar, natüralistlere karşı ortaya çıkan sembolizm akımına öncülük eden sanatçılardan ödünç alır. Barbusse’ün yaşam öyküsünü kaleme alan Jean Relinger’ye göre, Cehennem, natüralizmden varoluşçuluğa uzanan bir dile sahiptir. Romanda yer alan acı, kötümserlik, boğucu atmosfer, yalnızlık, yaşam sıkıntısı, resmedilen insanlık trajedileri her iki akımdan da izler taşır.

Émile Zola’dan beri yazılmış tüm gerçekçi eserlerden daha çok okunup tartışılan Cehennem, yalnızca 1917 yılında, ana vatanı Fransa’da 100 binden fazla satar. Bunda hikayenin felsefi temelinin sağlamlığının da rolü olduğunu iddia etmek, elbette doğru bir yaklaşım olacaktır. Roman, çoğunlukla gecenin bilinmezliğinin son noktaya ulaştığı alacakaranlıkta geçer. Bunun da ötesinde, yazarın görmemize ve anlamamıza izin verdiği her şeyi, tıpkı sinemada kameranın kilitlendiği tek bir nokta gibi, bir pansiyonun iki odasını birbirinden ayıran duvardaki bir delikten görürüz. Barbusse, ışığın bile zor aştığı o küçücük delikten, sonsuzluğu geçirir özenle. Yan odada yaşanan her şey, makro evrenin mikro yansımasıdır adeta. Dünyanın büyük gerçekleri, küçücük bir sahnede sergilenir. Jean Relinger, yolu yan odadan geçen insanların hayatına yapılan bu tecavüzden, sancılı bir doğum sonrası, bir insanlık gerçeği doğduğu şeklinde özetler romanı.

Barbusse, okuyucuya, dünyaya ve insanlığa dair gerçeği keşfetmesi için bir şans sunar. Ama bunu ne bilinci yöneterek, ne de peygamber rolüne soyunarak yapar. Aksine, kendisi de yüzleştiği bu gerçek karşısında endişe duyar. Sorgular, akıllara şüphe eker, ama yine de toplumun yalanlarına karşı alternatif bir gerçek sunmaktan özenle kaçınır.

Romanın kaleme alınmasının üzerinden koca bir yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, Barbusse ve cehennemi bize hiç de yabancı değil. Onun iç dünyasında verdiği savaş, bugün hala yüreklerimize dokunabiliyor, yazdıkları bize bizi fısıldıyor.

Alacakaranlığın aydınlığa döndüğü, kendi alternatif gerçeğinizi bulduğunuz keyifli bir okuma olsun.

Gülay OKTAR

I

Ev sahibesi, Lemercier aile pansiyonunun tüm olanaklarını birkaç kelimeyle özetledikten sonra, beni odamda yalnız bıraktı.

Bir süreliğine yaşayacağım bu odanın ortasında, aynanın tam karşısında durdum. Odaya ve kendime baktım.

Toz kokusunu içine hapsetmiş gri bir oda. Biri valizime ev sahipliği yapan iki sandalye, ince omuzlu, kalın kumaşlı iki koltuk, yeşil çuhadan örtüsüyle bir masa, birbirini takip eden girintili çıkıntılı deseniyle bakışları üzerine çeken ve akşamın bu saatinde toprak rengine bürünmüş bir şark halısıydı tüm gördüğüm.

Tamamen yabancı olmalarına rağmen, her şey nasıl da tanıdık görünüyordu gözüme: maun taklidi bu yatak, şu soğuk tuvalet masası, mobilyaların yerleştiriliş şekli ve dört duvar arasındaki bu boşluk…


Daha önce defalarca ziyaret edilmiş hissi verecek kadar yıpranmış bir oda bu. Kapıdan pencereye kadar uzanan ve birçok adımın günden güne çiğnediği aşikâr halı, bu yıpranmışlığın en büyük kanıtı. Elimi uzatsam dokunabileceğim kadar alçak kartonpiyer zamanla biçimini yitirmiş, bir bölümü içeri doğru çökmüş, bazı yerleri sallanıyor; şöminenin mermeri köşelerden sivriliğini yitirip yumuşak bir yuvarlaklığa bürünmüş. İnsanın dokunduğu her şey umut kırıcı bir yavaşlıkla siliniyor.

Eşyalar koyu gölgelere de karışıyorlar aynı zamanda. Tavan da, bir fırtına göğü gibi yavaş yavaş kararmaya başlamış. Beyaz kaplamaların ve pembe duvar kağıdının el değen yerleri siyaha dönmüş: kapının kanadı, kilidin çevresi, gömme dolabın boyası ve pencerenin sağ tarafındaki duvarın, tam da perde kordonlarının çekildiği bölümü. Sanki tüm insanlık bir duman gibi buradan geçip gitmiş. Beyaz kalan tek şey pencere.

Ya ben? Diğerleri gibi bir adam. Tıpkı bu akşamın diğer akşamlardan farksız oluşu gibi.



Sabahtan beri seyahat halindeyim; telaş, formaliteler, bavullar, tren, farklı şehirlerin solukları.

Kendimi koltuğa bıraktığım anda, her şey birden daha sakin ve daha hoş hale geliyor.

Taşradan Paris’e kesin dönüşüm, hayatımda önemli bir basamağı işaret ediyor. Bir bankada uygun bir mevki buldum. Günlerim değişmek üzere. İşte bu değişiklik yüzünden, bu akşam, güçlükle de olsa, her zamanki düşüncelerimden sıyrılıp kendimi düşünüyorum.

Önümüzdeki ayın ilk günü otuz yaşına basacağım. Babamla annemi kaybedeli on sekiz yıl oluyor ya da yirmi. Olay öyle geçmişte kaldı ki, artık anlamını yitirdi. Hiç evlenmedim; çocuklarım yok ve olmayacak da. Bu durumun canımı sıktığı zamanlar oluyor, özellikle de insanlık var olduğundan beri devam eden bir soyun benimle birlikte biteceğini düşündüğümde.

Mutlu muyum? Evet; ne tuttuğum bir yas var, ne pişmanlığım ne de karmaşık arzularım; demek ki mutluyum. Çocuk olduğum zamanlardan hatırladığım, mistik duygularımın, ruhsal aydınlanmalarımın olduğu. Geçmişimle baş başa kalıp kendimi kapatmama neden olacak marazi bir aşk yaşıyordum. Olağanüstü bir önem bahşediyordum kendime; hatta diğer insanlardan üstün olduğumu düşünme noktasına geliyordum! Ama tüm bunlar, günlük hayatın anlamsızlığı içinde yavaş yavaş kayboldu.



İşte şimdi buradayım.

Oturduğum koltuktan aynaya yaklaşmak için eğilip kendime bakıyorum.

Ufak tefek, ağırbaşlı (keyfim yerinde olduğunda hayat dolu olsam da), düzgün giyinen bir adam; kişiliğimin dışarı yansıyan kısmında ne ayıplanacak ne de dikkat çekecek bir şey var.

Yeşil olduğu halde, anlaşılmaz biçimde siyah zannedilen gözlerime yakından bakıyorum.

Nedendir bilinmez, birçok şeye inanıyorum, her şeyin üstünde de Tanrı’nın varlığına, dinin kör inançlarına değil ama. Din, alçakgönüllü insanlar ve zekaları erkeklerden aşağı olduğu kabul edilen kadınlar için türlü olanaklar sunuyor aslında.

Felsefi tartışmalara gelince, kesinlikle yararsız olduklarını düşünüyorum. Hiçbir şey kontrol edilemez ve de doğrulanamaz. Gerçek dediğimiz şey ne anlama gelir?

İyiyi ve kötüyü ayırma yetisine sahibim; cezasız kalacağından emin olsam bile, ahlaka aykırı davranışlarda bulunmam. Konu ne olursa olsun, abartmak nedir bilmem.

Eğer herkes benim gibi olsaydı, dünyada her şey yolunda giderdi.



Saat şimdiden geç oldu. Bugün başka hiçbir şey yapmayacağım. Yiten günün ortasında, aynanın karşısında öylece oturuyorum. Alacakaranlığın ele geçirmeye başladığı odada, alnımın biçimini, yüzümün yuvarlaklığını ve kırpışan göz kapaklarımın altında bir mezara girer gibi kendime çevirdiğim bakışlarımı fark ediyorum.

Yorgunluk, kasvet (akşamın içinde yağmuru duyuyorum), yalnızlığımı çoğaltan ve beni olduğumdan büyük gösteren gölgem ve ne olduğunu bilmediğim başka bir şey, tüm çabalarıma rağmen beni kedere sürüklüyor. Üzgün olmak canımı sıkıyor. Silkiniyorum. Sorun ne? Hiç. Sadece ben, kendim.



Hayatın içinde, bu akşam bu odada olduğum gibi yalnız değilim. Aşk benim için küçük Josette’imin yüzü ve devinimleri demek. Uzun zamandır birlikteyiz. Tours’da, çalıştığı modaevinin arkasındaki odada, tuhaf bir ısrarla bana gülümsediğini gördükten hemen sonra başını kavrayıp dudaklarından öpeli ve aniden onu sevdiğimi anlayalı epey zaman oldu.

 

Giysilerimizden kurtulurken yaşadığımız o tuhaf mutluluğu anımsamıyorum şimdi. Ara sıra, onu o ilk seferki gibi delice arzuladığım zamanlar olduğu doğru, özellikle de yanımda olmadığında. Oysa yanımdayken, varlığından usandığım anlar oluyor.

Tatillerde, yine orada buluşacağız. Ölmeden önce birbirimizi göreceğimiz günleri sayabiliriz belki… Tabii cesaret edebilirsek.

Ölmek! Ölüm düşüncesi tüm düşünceler içinde kuşkusuz en önemlisi.

Bir gün öleceğim. Ölümü hiç düşündüm mü? Anımsamaya çalışıyorum. Hayır, asla düşünmedim. Yapamam ki.

Kaderinin karşısına geçip ona güneşe bakar gibi bakamaz ki insan, üstelik kaderin rengi gri.

Ve akşam geliyor, en uzunları olacak o son akşam gelinceye kadar, tüm akşamların geleceği gibi.



Ama işte, birdenbire, başım dönerek, kanat çırpışını andırır bir kalp çarpıntısıyla ayağa dikildim…

Neler oluyor? Sokakta, bir boru sesi yankılandı, bir av ezgisi çalınıyor… Görünen o ki, bir zengin evinin avdan dönen seyisleri, bir meyhane tezgahının yanında dikilmiş, şişmiş yanakları, sımsıkı kapalı ağızları, acımasız duruşlarıyla görenleri hayrete düşürüp susup kalmalarına neden oluyor.

Şehrin duvarlarında yankılanan bu av ezgisi… Çocukken, büyüdüğüm köyde, bu boru sesi, uzaktan, ormana ve şatoya giden yollardan gelirdi kulağıma. Aynı ezgi, hem de tıpatıp aynısı; iki şey nasıl bu derece birbirinin aynı olabilir ki?

Ve titreyen elim farkında olmadan, yavaşça kalbimin üzerine gidiyor.

Geçmiş… Bugün… Hayatım… Yüreğim… Ben! Birdenbire, nedensizce tüm bunları düşünüyorum, sanki delirmiş gibiyim.



…Geçmişte, tüm hayatım boyunca, kendime dair ne yaptım? Hiç ve çoktan inişe geçtim bile. Belki de bu ezgi bana geçmiş zamanı hatırlattığından, sona varmışım, hatta hiç yaşamamışım gibi hissediyorum. Bir tür kayıp cennet arzusu içindeyim.

Ama yakarmak ve isyan etmek boşuna, hayattan umut edebileceğim hiçbir şey yok artık. Bundan sonra, ne mutlu olacağım ne de mutsuz. Artık dirilemem de. Tıpkı bugün, onca insanın iz bıraktığı, ama hiçbirinin kendi izini bırakmadığı bu odada hissettiğim gibi, sakince yaşlanacağım.

Ne yana dönsem bu oda. Herkese ait bir oda bu. Kapalı olduğu sanılsa da, değil. Göğsü, evrenin dört rüzgârına açık duruyor. Birbirine benzer odalar arasında, gökyüzündeki ışık, günler içinde bir gün, her yerdeki “ben”ler içinde bir ben gibi kayıp.

Ben, ben! Akşamın karanlığına gömülmüş derin göz çukurlarımdan, yüzümün solgunluğundan ve yavaş ama emin adımlarla beni boğup yok eden bir sessizliğin mühürlediği ağzımdan başka bir şey göremiyorum artık.

Kırık bir kanadın üzerinde doğrulur gibi dirseğimin üzerinde doğruluyorum. Hayatıma sonsuzluğa dair bir şey girsin isterdim!



Üstün yeteneklerim yok, ne yerine getirmem gereken özel bir görevim, ne de sunabileceğim büyük bir kalbim var. Sahip olduğum hiçbir şey yok ve hiçbir şeyi de hak etmiyorum. Ama yine de, bir tür mükâfat arzu ediyorum…

Aşk. Ona rastlayana kadarki tüm zamanımı boşa geçirmiş olduğum, yüz hatlarını değil ama yolun üzerinde, gölgemin yanında yürüyen gölgesini gördüğüm bir kadınla, daha önce hiç duyulmamış, eşsiz bir aşk hayal ediyorum.

Sonsuz bir şey, yeni bir şey! Bir yolculuk, pervasızca atılacağım, beni çoğaltacak, sıra dışı bir yolculuk. Tedirgin, sıradan insanların arasında, şatafat ve telaş içinde yola çıkmak. Vahşi manzaraların, birdenbire rüzgâr gibi büyüyen kentlerin ortasından yıldırım hızıyla geçen trenlerin vagonlarında, sırtını yaslayıp tembellik etmek.

Gemiler, gemi direkleri, barbar dillerinde verilen buyruklar, demir atılan altın rıhtımlar, günışığında kafa karıştırıcı biçimde birbirine benzeyen egzotik ve meraklı yüzler, resimlerden tanıdığınız ve belki de yolculuk kibriyle ayağınıza geldiğini sandığınız heykeller.

Beynim bomboş, kalbim kurak; etrafımda kimse yok, hiçbir zaman, hiçbir şey bulmadım, bir arkadaş bile. Günün birinde, herkesin geldiği ve çekip gittiği bir otel odasının zemininde karaya oturmuş zavallı bir adamım ben ve yine de bir zafer özlemi içindeyim! Tenimde hissedeceğim ve herkesin ondan bahsedeceği, mucizevi bir yara gibi bana karışan bir zafer; önderi olacağım bir kalabalık, gök kubbenin altında yeni bir haykırış gibi alkışlarla karşılanacak bir isim isterdim.

Ama soyluluğumun uçup gittiğini hissediyorum. Çocuksu hayal gücüm, bu sınırsız hayallerle boş yere oyalanıyor. Hayattan hiçbir beklentim yok: sadece ben varım, akşamın çıplak bıraktığı, bir çığlık gibi göğe yükselen ben.

Akşam beni kör kıldı. Aynada kendimi göremiyor, hayal ediyorum. Güçsüzlüğümün ve esaretimin farkına varıyorum. Açılmış parmaklarımın parçalara ayrılmış bir nesne gibi gösterdiği ellerimi, pencereye doğru uzatıyorum. Işıksız köşemden, yüzümü gökyüzüne kaldırıyorum. Geriye doğru sendeliyor, karanlıkta bir insan bedenine, bir cesede benzeyen o büyük nesneye, yatağa yaslanıyorum. Tanrım, kayboldum! Acı bana! Kendimi aklı başında ve talihinden memnun biri sanıyordum; hırsızlık içgüdüsünden muaf olduğumu söylüyordum hep kendime, ama ne yazık ki bu doğru değil. Benim olmayan her şeyi istiyorum çünkü.

II

Av borusu susalı çok oldu. Sokak, evler sakinleşti. Sessizlik. Elimi alnıma sürüyorum. Bu ani yürek sızısı geçip gitti. Böylesi daha iyi. İrademin çabasıyla, dengemi yeniden buluyorum.

Masama oturup evrak çantama yerleştirilmiş kağıtları çıkarıyorum. Okunup düzenlenmeleri gerek.

Beni teşvik eden bir şey var. Biraz para kazanmak istiyorum. Kazancımı, beni büyüten halama gönderebilirim. Öğleden sonraları, dikiş makinesinin duvar saatininkine benzeyen tekdüze ve sinir bozucu sesinin yankılandığı ve akşamları, yanı başında, bilmem neden kendisine benzeyen bir lambanın bulunduğu alt kattaki odada her daim beni bekleyen o yaşlı kadına.

Kâğıtlar… Onlar sayesinde yeteneklerim değerlendirilecek ve Berton bankasına kabulüm kesinleşecek… Mösyö Berton, tek kelimesiyle benim için her şeyi değiştirecek kişi, Mösyö Berton, yeni hayatımın tanrısı…

Lambayı yakmaya yelteniyorum. Bir kibrit çakıyorum. Tutuşmuyor, fosforu pul pul dökülüyor. Kırılan kibrit çöpünü atıp biraz yorgun, bekliyorum…

O vakit kulağımın dibinde mırıldanılan bir şarkı duyuyorum.

Bana öyle geliyor ki, omzumun üzerinden eğilmiş biri, benim için, gizlice şarkı söylüyor, sadece benim için.

Bir sanrı bu… Hasta bir beynim olduğunun kanıtı… Az evvelki derin düşüncelerin cezası.

Ayaktayım, parmaklarım masanın kenarına kenetlenmiş, bir gerçeküstülük duygusuna kıskıvrak yakalanmış durumdayım. Gözkapaklarım titrek, tetikte ve kuşkulu, havayı kokluyorum.

Uğultu hâlâ devam ediyor, kurtulamıyorum ondan. Başım dönüyor… Şarkı sesi yandaki odadan geliyor… Neden bu kadar yalın ve şaşırtıcı derecede yakın? Neden böylesine dokunuyor bana? Beni bitişikteki odadan ayıran duvara bakıyorum ve bir şaşkınlık çığlığını ağzımdan çıkmadan boğuyorum.

Yukarıda, kilitli kapının üzerinde, tavana yakın bir noktada parıldayan bir ışık var. Şarkı, işte bu yıldızdan aşağıya düşüyor.

İki odayı ayıran duvarda bir delik var ve yan odanın ışığı, bu delikten, benim odamın karanlığına süzülüyor.

Yatağımın üzerine çıkıyorum. Ellerim duvarda dikilip yüzümü deliğe yaklaştırıyorum. Çürümüş doğrama, iki gevşek tuğla; dökülen bir parça alçıyla birlikte gözlerimin önünde el genişliğinde, kartonpiyer yüzünden aşağıdan görülmeyen bir aralık beliriyor.

Bakıyorum… Görüyorum… Yan oda, tüm çıplaklığıyla, kendini bana sunuyor.

Bana ait olmayan bu oda, önümde uzanıyor… Şarkı söyleyen ses gitmiş, gidişiyle açık kalmış kapının kanadı sanki hâlâ sallanıyor. Odada, şöminenin mermeri üzerinde alevi titreyen mumdan başka bir şey yok.

Masa, bu uzaklıktan, bir adayı andırıyor. Maviye ve kızıla çalan mobilyalar, belirsiz hatlarıyla, hâlâ yaşayan bir bedenin, oracığa bırakılmış organları gibi görünüyor gözüme.

Giysi dolabına bakıyorum, zar zor seçilen çizgileriyle, gölgede kalan ayaklarının üzerinde dikiliyor. Tavan, tavanın aynadaki yansıması ve gökyüzü karşısındaki bir insan sureti gibi solgun pencere.

Şaşkın, düşüncelerim kim olduğumu unutacak kadar karışmış halde, odama geri döndüm (sanki gerçekten, yandaki odadan çıkmışım gibi).

Hafiften titreyerek, yatağımda oturuyorum. Gelecek kaygısı içimde büyürken, düşünceler hızla geçiyor aklımdan…

Bu odaya hakim ve sahibim… Bakışımlarım içeride dolaşıyor. Şu an buradayım. Gelecekte bu odada bulunacak olan herkes, bunu bilmeden, benimle birlikte bu odada olacak. Onları görecek, duyacak, hatta sanki kapı açıkmış gibi onlara bütünüyle eşlik edeceğim!



Bir müddet sonra, bir titreme eşliğinde, yüzümü deliğe yaklaştırıp yeniden baktım.

Mum sönmüş, ama içeride biri var.

Hizmetçi kız bu. Muhtemelen odayı temizlemek için gelip oyalandı.

Şimdi yalnız ve çok yakınımda. Buna rağmen, hareket halindeki bedenini çok iyi göremiyorum, belki de onu böyle kanlı canlı karşımda görmekten şaşkınım. Gece mavisi önlüğü, akşamın ışıkları gibi bacaklarına dökülüyor. Bilekleri beyaz, elleri, çalışmaktan kararmış. Belirsiz, ama yine de çarpıcı yüzüne gizlenmiş gözleri, her şeye rağmen ışıldıyor; çıkık elmacık kemikleri parlıyor; başının üzerindeki topuza oturtulmuş bone, bir taç gibi ışık saçıyor.

Az önce, merdiven sahanlığında, şöyle bir görmüştüm onu. Çömelmiş, alev alev yanan yüzünü kocaman ellerine yaklaştırmış, tırabzanları fırçalıyordu. Kirli elleri ve uğraştığı tozlu işler yüzünden iğrenç bulmuştum onu. Daha önce koridorda da rastlamıştım bu kıza. Hantal bedeni, dağınık saçlarıyla önümde yürüyordu. Ardında, bana iç çamaşırlarının kirli olduğunu düşündürten nahoş bir koku bırakarak ilerliyordu.



Ve şimdi ona tekrar bakıyorum. Akşam, çirkinlikleri usulca uzaklaştırıyor, sefaleti siliyor, korkuyu da. Bir laneti bir kutsamaya çevirir gibi, tozu gölgeye çeviriyor. Kızdan geriye sadece bir renk kalıyor, bir duman, bir siluet; hatta o bile değil: bir titreme ve kalbinin atışı. Ondan geriye, sadece kendi kalıyor.

Tüm bunlar kız yalnız olduğu için böyle. Olağanüstü, biraz da kutsal bir şey gerçekten yalnız olmak. Kız, bu masumiyetin, bu kusursuz saflığın içinde, yalnız.

Gözlerimle yalnızlığını kirletiyorum, ama o bunu bilmiyor, bu yüzden de kirlenmiş sayılmıyor.

Pırıl pırıl gözleri, iki yanında salınan elleri, gece mavisi önlüğüyle, pencereye doğru gidiyor. Yüzü ve bedeninin üst kısmı ışıklar içinde. Cennette gibi görünüyor.

Odanın diğer ucundaki, pencereye yakın, büyük, alçak ve koyu kırmızı kanepeye oturuyor. Süpürgesini yanına dayıyor.

Cebinden bir mektup çıkarıp okuyor. Bu mektup, alacakaranlıkta, dünyadaki en beyaz şeymiş gibi görünüyor. Çift katlı kâğıt, onu özenle tutan parmakların arasında, havadaki bir güvercin gibi titriyor.

Kız, titreyen mektubu dudaklarına götürüp öptü.

Kimden bu mektup? Ailesinden olmadığı kesin. Bir kız artık kadın olduğunda, ailesine karşı, onlardan gelecek bir mektubu öpecek kadar güçlü bir duygusal bağ hissetmez. Söz konusu olan bir sevgili ya da nişanlıysa eğer, tamam… Belki sevgilisinin adını bilenler vardır, ben bilmiyorum, ama başka hiç kimsenin olmadığı kadar tanığım bu aşka. Ve bu sıradan mektup öpme eyleminde, bu odaya saklanmış, karanlığın çıplak bıraktığı bu eylemde, yüce ve korkutucu bir şey var.

Kalktı, gri elinin içinde kıvrılmış mektupla, pencereye iyice yaklaştı.

Akşam her yeri kaplıyor, kızın ne yaşını biliyorum, ne adını, ne burada tesadüf eseri yaptığı işi. Hakkında hiçbir şey bilmiyorum… Kız, kendisini sarıp sarmalayan sınırsız boşluğa bakıyor. Bakışları öyle ışık saçıyor ki, ağladığını sanabilirsiniz, ama hayır, gözlerinden yayılan tek şey ışık. O gözler ışıkla yıkanmıyorlar, onlar bizzat ışığın kaynağı. Eğer gerçek yeryüzünde serpilseydi, bu kıza ne olurdu?

Derin bir iç geçiren kız, ağır adımlarla kapıya gitti. Kapı kızın arkasından düşen bir şey misali kapandı.

Kız, mektubunu okuyup öpmekten başka hiçbir şey yapmadan çekip gitti.



Köşeme geri döndüm, yine yalnızdım, hatta öncekinden çok daha yalnız. Bu karşılaşmanın sıradanlığı beni derinden etkiledi. Sonuçta karşımdaki de bir insandı, tıpkı benim gibi. Demek ki hiçbir şey, kim olursa olsun, bir insana yaklaşmaktan daha dokunaklı ve daha güçlü değil.

 

Bu kadın, bir şekilde, hayatıma dokundu, kalbimde bir yer edindi. Nasıl, neden? Bilmiyorum… Ama birden nasıl da önemli oluverdi!… Kendinden dolayı değil, sonuçta onu tanımıyorum ve bu umurumda bile değil. Bu kadar önemli olmasının nedeni, varlığının bir anlık ortaya çıkışı, teşkil ettiği örnek, orada bulunuşunun bıraktığı iz, adımlarının hakiki sesi.

Az evvel kurduğum doğaüstü hayal kabul olmuş ve sonsuzluktan dilediğim şey gerçekleşmiş gibi geliyor bana. Gözlerimin önünden geçip giden bu kadının, çıplak öpücüğünü göstererek bilmeden bana sunduğu şey, yansıması bile insanı mutlu eden güzelliğin taçlanmış hali değil mi?



Yemek zili koridorlarda yankılandı.

Günlük hayata ve sıradan uğraşlara çağrı yapan bu ses, anlık da olsa, düşüncelerimin akışını değiştiriyor. Akşam yemeğine inmek için hazırlanıyorum. Sırtıma parlak bir yelek, onun üzerine koyu renk bir ceket geçiriyor, kravatıma da bir inci iliştiriyorum. Hemen ardından duruyor, yan odada (ya da uzakta) yine bir ayak sesi ya da insan sesi duymayı umut ederek kulak kabartıyorum.

Uygun davranışlar sergileme gerekliliğinin, insanlarla ilk kez karşılaşacak olmanın tedirginliği içindeyim.

Diğer kiracıların arasına karışarak aşağıya indim. Kahve ve altın renklerinin hakim olduğu, bol ışıklı yemek odasında, konuk masasına oturdum. İçeride, genel bir hareketlenme, bir uğultu, yemek öncelerinin o gereksiz nezaketi hüküm sürüyor. Oda kalabalık, herkes iyi yetişmiş bir topluma ait olmanın getirdiği ölçülü davranışlar içinde yerine oturuyor. Gülümsemeler, çekilen sandalyelerin gürültüsü, havada uçuşan dağınık sözcükler, birbirini arayıp bulan sesler, başlayan diyaloglar… Ardından, yerleştirilen çatal bıçağın ve tabakların tekdüze konseri.

İki komşum da, her biri kendi köşesinde, çene çalıyor. Dışında kaldığım sohbetlerinin mırıltılarını duyuyorum. Gözlerimi kaldırıyorum. Karşımda, ışık saçan alınlar, pırıltılı gözler, kravatlar, bluzlar, beyaz örtüsüyle ışıl ışıl parlayan masanın üzerinde hareket eden eller. Tüm bunlar aynı anda hem ilgimi çekiyor, hem de gözümü korkutuyor.

Bu insanların ne düşündüklerini, kim olduklarını bilmiyorum; kendilerini birbirlerinden saklıyor ve sakınıyorlar. Bir duvara çarpar gibi, ışıklarına çarpıp geri savruluyorum.

Bilezikler, kolyeler, yüzükler… Mücevherlerin parıltılı hareketlerine, yıldızlar kadar uzak hissediyorum kendimi. Genç bir kız dalgın mavi gözleriyle bana bakıyor. Bu tarz bir safirin karşısında ne yapabilirim?

Konuşuyorlar, ama her birini kendine terk eden bu gürültü, beni de, tıpkı ışığın gözlerimi kör etmesi gibi, sağırlaştırıyor.

Yine de bu insanlar, konuşmanın tesadüfi akışı içinde, bazı anlarda, çok önem verdikleri şeyleri düşündüklerinden olsa gerek, sanki yalnızmış gibi görünüyorlar. Bu gerçeği fark ettiğim an, hatırladığım bir anıyla benzim soldu.

Biri paradan bahsetti ve sohbet bu konu üzerinde genelleşti. Masanın etrafındakiler para düşüncesiyle şöyle bir yerlerinde kıpırdandılar. Gözlerinde muhtemelen deste deste para saydıkları açgözlü bir hayal belirdi, tıpkı kendini yalnız hissettiği anda hizmetçi kızın gözlerinde beliren büyük hayranlığa benzer sessiz bir teslim oluş içindeydiler.

Savaş kahramanları zafer nidalarıyla anıldı; masadaki erkekler akıllarından “Ya ben!” diye geçirdiler, sosyal durumlarındaki gülünç eşitsizliğe ve tutsaklıklarına rağmen, ne düşündüklerini gösterircesine coştukça coştular. Tüm bunlardan gözleri kamaşmış bir genç kızın yüzündeki şaşkınlığı gördüm. Ağzından fırlayan hayranlık nidasına engel olamadı. Kim bilir hangi düşüncenin etkisiyle kızardı. Kanın dalga dalga yüzüne yayıldığını gördüm, kalbi sanki ışık saçıyordu.

Gizli bilimler ve öbür dünya fenomenleri tartışıldı. “Kim bilir!” dedi birisi, ardından ölümden bahsedildi. Bu konu açıldığında, davetlilerden ikisi, masanın zıt iki ucunda oturan, birbirleriyle konuşmayan ve birbirlerinin farkında değilmiş gibi görünen bir kadın ve bir erkek, beni şaşırtan bir şekilde bakıştılar. Ölüm düşüncesinin yarattığı huzursuzlukla bakışlarının karşılaştığını görünce, bu iki insanın birbirini sevdiğini ve geceleri birbirlerine ait olduklarını anladım.



…Yemek sona ermişti. Genç insanlar salona geçmişti.

Bir avukat, gün içinde görülen bir davadan bahsediyordu yanındakilere. Davanın konusu gereği, ihtiyatla, neredeyse sır verircesine dile getiriyordu olanları. Bir adam, bir kız çocuğuna tecavüz ederken aynı anda onu boğmuş, küçük kurbanın çığlıkları duyulmasın diye de, avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemişti. Bu insanlıktan uzak yaratık, mahkemede “Öyle çok bağırıyordu ki birileri yine de onu duyabilirdi, neyse ki fazla gençti” diye anlatmıştı.

İnsanlar birer birer susuyor, her biri, yüzünde sanki oralı değilmiş gibi bir ifadeyle, avukatı dinlemeye başlıyor. Uzak kalanlar, belli ki konuşmacıya yaklaşmak arzusunda. Sessizlik, ortaya çıkan bu resmin, ürkek içgüdülerimizin maruz kaldığı bu korkunç darbenin etrafını, ruhlarımıza yayılan muazzam bir gürültü gibi çevreliyor.

Ardından, bir kadın kahkahası duyuyorum, içten bir kahkaha bu, belki sahibinin masum olduğuna inandığı, ama yine de tüm varlığını okşayan, kuru, çatlak bir kahkaha. Biçimsiz içgüdüsel çığlıklardan ibaret, neredeyse tensel birleşmeyi anımsatan bir kahkaha patlaması… Kadın susup sessizliğe bürünüyor. Ve konuşmacı, insanlar üzerinde yarattığı etkiden emin, sakin bir sesle, canavarın itiraflarını anlatmaya devam ediyor: “Kız uzun süre direndi, sürekli bağırıp duruyordu! Mutfaktan aldığım bir bıçakla karnını deşmek zorunda kaldım.”

Yanında küçük kızıyla oturan genç bir anne, huzursuzca kıpırdanıyor, hafifçe doğrulsa da, gidemiyor. Yeniden oturup çocuğunu gizlemek için öne doğru eğiliyor; hem dinlemek istiyor, hem dinliyor olmaktan utanıyor.

Bir başka kadın hareketsiz kalıyor, başı öne doğru eğilmiş, ama dudakları acıklı bir şekilde, kendini savunurcasına sımsıkı kapalı. Yüzündeki dünyevi maskenin altında, bir kurbanının çılgın gülümsemesinin, tıpkı bir el yazısı gibi belirdiğini görüyorum.

Ve erkekler!… Şuradaki, sakin ve sıradan görünenin kesik kesik soluduğunu net bir biçimde duyuyorum. Şu kişiliksiz bir kentsoylu yüzüne sahip olan, yanındaki genç kadına hararetle bir şeyler anlatıyor. Bir yandan da tenini delip geçen bir bakışla bakıyor kadına, içten içe kendisinden utanmasına neden olan, ışıltısıyla gözlerini rahatsız eden, ağırlığıyla onu ezen, varlığından daha güçlü bir bakış bu.

Adamın bakışındaki çiğliği fark ediyorum, dudakları titreyerek aralanıyor. İnsan denen makinenin bu tetikte hali afallatıyor beni, karşı cinsin taze etine doğru birbirine çarparak uzanan kanlı dişler beliriyor hayalimde.

Ve odadakiler, küfürler ve hakaretlerle, hep bir ağızdan caniye öfkesini gösteriyor.

…Böylece bir an için de olsa, yalan söylemiyorlar. Belki farkında olmadan, kendilerine itirafta bulunuyorlar, neyi itiraf ettiklerini bile bilmeden. Neredeyse kendileri oluyorlar. Bakışları, arzularını dışa vuruyor ve o bir anlık yansımada, dudaklarının mühürlediği, suskun kalan ne varsa görünür oluyor.

İşte görmek istediğim bu: bu düşünce, bu yaşayan hayalet. Omuz silkerek masadan kalkıyorum. Gözlerimin önünde örtülerinden soyunan adamların ve kadınların, çirkinliğine rağmen bir sanat eseri kadar güzel bulduğum samimiyetini görme telaşıyla, yukarı çıkıyorum. Yeniden odamdayım, iki yana açtığım kollarımı sanki sarılıyormuşum gibi duvara dayayıp, yan odaya bakıyorum.

O, orada, ayaklarımın dibinde öylece uzanıyor. Boş olmasına rağmen, insanların birbiriyle karşılaştığı ve iletişim kurduğu zamanlardan çok daha canlı görünüyor. O insanların silinmek, kendilerini unutturmak için kalabalıklara, yalan söylemek için bir sese ve arkasına saklanmak için bir yüze ihtiyaçları var.