Sadece Litres-də oxuyun

Kitab fayl olaraq yüklənə bilməz, yalnız mobil tətbiq və ya onlayn olaraq veb saytımızda oxuna bilər.

Kitabı oxu: «Şehir Mektupları», səhifə 2

Неизвестный автор
Şrift:

6

Köprü ile Kadıköy arasındaki mesafenin kaç mil olduğunu bilmiyordum. Ben, köyüme gidip gelen vapurların tam bir meşakkatle, konakları aşa aşa, yarım saatten önce varamadıklarını gördükçe şaşıyordum. Her ne kadar Kadıköy vapurları gazetelerin dilinde hantallığı gösteren özel işaret ve alametlerden ise de bunda mübalağa olduğunu sanıyordum. Geçen gün, bir münasebetle, yine o vapurlardan birinde bulunuyordum. Vapur hareket ettikten bir iki dakika sonra, bir velvele koptu. Küpeşte35 ye koşan koşana. Herkeste bir korku. Ne var diye, ben de seğirttim. Bakışlar, öteden beriye, dolu yelken gelen bir mavnaya dikilmiş, duruyor. “Aman, çarpışma olacak!” diyen diyene. Üstü başı oldukça temiz bir zata dedim ki: “Çarpışmadan bizim için ne tehlike var ki bu kadar korkuyorsunuz?”

Adamcağız dikkatle yüzüme baktı, dedi ki:

“Nasıl yok! Geçenlerde bunlardan biri vapurun çarkını hurdahaş etmiş.”

Meğer, korkan sadece halk değilmiş. Kaptan da endişeli duruyordu. Başı, eli bir tarafta. Var kuvvetiyle “Turn right! (tornrayt), stop her! (stoper)36” diye bağırıyordu. Her ne hâl ise, kazayı, tehlikeyi atlattık. Yerlerimize oturduk. Artık, çarpışma üzerine açılan sohbetlerin haddi hesabı yok. Fakat içlerinde, tuhafça bir zat dedi ki:

“Dikkat ettiniz mi?”

“Ne gibi?”

“Aman, dikkat ettiniz mi?”

“Hayır.”

“Bir daha dikkat edin. Kaptan tornrayt deyince makinelerden yukarıya doğru kesik kesik bir ‘Aman!’ sedası geliyor.

Full speed (fulspiyd)37 dedi mi, bu ‘aman’lar biraz (Biraz mı ya!) hissedilecek derecede bir süratle tekrarlanıyor. İskeleye yanaştığımız zaman kaptan fazla acımaktan ‘İstop!’ dedi mi, bir ‘Ooh!’ sedasıdır çıkıyor.”

Bu tarif çok yaman bir ustalık ve bütün tafsilatıyla yapıldığı için, epeyce gülüştük. Köye varışımıza yakın, gözüme, deniz üzerinde bir rıhtım başlangıcı göründü:

“Bu nedir?” diye sorduğumda, “Liman ağzıdır.” dediler.

“Neye yarayacak?” diye sordum.

“Tamamlanırsa buraya yanaşacak vapurları ve öbür deniz vasıtalarını lodosun hücumlarından kurtaracak.” denildi. Fakat, bir yıldan beri ancak iki metrelik bir yer inşa edildiğini de eklediler.

İdare-i Mahsusa38 ile Şirket-i Hayriye arasındaki uzlaşmazlık pek çok olsa gerek. Bu iki idare aralarında anlaşamadığından olmalıdır ki birbirinin iskelelerine uğramıyorlar. Mesela Kadıköy’den Sarıyer’e39 gidecek olan bir zat, Köprü’ye inip oradan Şirket-i Hayriye vapurlarına bindikten sonra gidiyor. Acaba bu iki idare, bu yolda bir müzakere etseler de belirli saatlerde Boğaziçi’ne, Kadıköy ve Adalar’a ve Kadıköy ile Adalar’dan Boğaziçi’ne birkaç posta işletseler olamaz mı? Böyle bir tedbirin ortaya koyacağı faydaları sayıp dökmeye lüzum yoktur sanırım.

Kadıköy, büyüdükçe büyüyor. Birkaç sene içinde Haydarpaşa ile birleştiği gibi Zühdüpaşa Mahallesi’ne, Kızıltoprak’a doğru da kol atıyor. Fakat, şose namına bir şey yoktur, denilse yeridir. Hele, Haydarpaşa Rıhtımı hemen kalmamış denecek bir hâlde.

Rıhtım, kıyı şehirlerinin âdeta intizam ölçüsüdür. İstanbul rıhtımlarının şehrimize verdiği yeni manzara ne kadar hoşa gidiyor. Fakat, Galata Rıhtımı boyunca yapılan salaşlar pek ziyade münasebetsiz. Çökme ve benzeri vakalar olmadan buraların titizlikle gözden geçirilmesi gerekir. Başka bir tuhaflık daha var: Her salaşın önünde güçlü kuvvetli birer garson. Herifler, ellerinde olsa gelip geçenlerin kollarından tutup zorla oturtacaklar.

“Buyurun!” “Beyim!” “Efendim!” “Mösyö!” “Kirye!” “Oriste!”40 kelimeleri kulak patlatacak derecede şiddetli şiddetli aksediyor. Geçmek kabil değil, insan sıkılıyor. Bu garsonlar, daha önce Gümrük önü kebapçılarında çalışmış takımdan olacaklar. Onlar da aynı tarzda, aynı ağızdadırlar. Gözlerini, sırasıyla, geçenlerin gözlerine dikerler. Elleriyle de lokantanın kapısını gösterirler. Girmeye teşebbüs eder etmez sizi bırakıp ikinci bir müşteriye asılırlar. Ben bu hâllerden tiksindiğim için, daima, Yeni Cami tarafını seçerim.

Sabahları, akşamüzerleri büyük caddelerde dalgın yürümek fena neticeler veriyor. Geçen gün yine rıhtıma gitmek üzere Bahçekapı önünden geçerken “Malumat!” diye kulağımın dibinde patlayan sesten ürktüm. Birdenbire döndüğüm sırada, müthiş bir sağanağa tutuldum. Bu sene yağmurların çokluğu dolayısıyla ıslanmaya alışmış olduğumuzdan, ilk anda, yağmurun inmeye başladığını sanarak şemsiye açmaya davrandım ise de Terkos borucularının41 cömertliği karşısında olduğumu anlayınca lahavle çekip yola devam ettim.

7

Lira, para denildi mi, zihnin gidişatı derhâl değişiyor. İnsan en tatlı düşüncesini birdenbire fikrinden kaydırarak vezne dairelerine, bankalara, köşe sarraflarına kadar girip çıkıyor. Alışverişte olan mutlak ehemmiyeti dolayısıyla paranın safa bahşeden tesiri, sinirleri bir hoş şekilde gevşetiyor; borçlanma meseleleri birer birer gözüküyor. Bildik sarrafların çehreleri, teker teker, ricacı bakışların önünden geçiyor. Matbaalardaki idare memurlarının iltifatlı yüzlerini görmeye bir hasret beliriyor, ödeme günlerinde, bir an evvel matbaadan çıkılıp da bize tahsis edilmiş olan o parayı cebe indirmek arzusu uyanıyor. Müdür bey veya efendiden bu husus sorulduğu zaman gayet tedbirlice verilen cevabın “evet” veya “hayır” gibi bir sonuç vereceği zamana kadar çekilen hafif, yürek oynatıcı ıstıraplar hatıra geliyor. Bazen idare memurunun verdiği kesik İngiliz liralarıyla Kremisler,42silik mecidiye ve çeyrekler43 yüzünden uğranılan zararlara, ziyanlara ehemmiyet verilmemek isteniliyor. Bu hâllerin hepsini sizin seyyar muharrir ile konuştuğumuz zaman tekrar ederiz de boynumuzu bükeriz.

Bizim yazarlık âleminde bu gibi vakalara pek ehemmiyet verilmezse de mesele bodrum hesapları kadar mühim olduğundan bir daha, iyi yürekle, gözler önüne seriyorum.

Silik çeyrek mi, dedim? Bu türlü paraları sürmek için Şirket-i Hayriye ve İdare-i Mahsusa biletçilerinin gösterdikleri gayret bizim idare memurlarının gayretinden pek ziyade fazladır. Biraz söylenecek olsanız:

“Benim canım yok mu, ben de alıyorum.” diye insanın yüzüne sırtarıyorlar. Bu hesapça, hakları var. Fakat sürüm meydanı sadece şirketin, İdare-i Mahsusa’nın bilet yerleri değil ki. Her akşam, bu yüzden, çarşıda hırıltı, zırıltı çıkıyor. İngiliz lirasının, Kremis’in kesikleri fena hâlde can yakıyor. Yüz yirmiye al, yüz sekiz buçuğa sarrafa değiştirt. Bu da insafa sığmıyor.

Lira bahsi gariptir. Ansızın görünmesi insanı hayrette bırakır. Hatta bütün ömründe bir lirayı toplu olarak bir tek parça hâlinde görmüş ve bu türlü bir akçenin yalnız bir tane olduğuna inanmış olan yoksulun biri, arkadaşının avucunda bir başka liranın parladığını görünce adamakıllı bir telaşla:

“Aman birader, üç sene önce bu bende idi. Sana ne zaman geldi?” diye zariflik göstermeye çalışmıştır.

Biz de öyleyiz. İnşallah gezici yazarımızda böyle birkaç tanesi bulunur da alacağı bisiklet için ufak bir sermaye biriktiririz.

Gezici yazarınızın tavsiyesi hoşuma gitti. Bana, daha keskin bir gözlük alarak gezinmeyi tavsiye ediyor. Ben de acemiliği dolayısıyla, bineceği bisikletin alafranga borusunu ziyadece öttürmesini tavsiye ederim. Eğer öttürmezse epeyce hadise çıkarır.

Şehrimizde gözlük piyasası çok çeşitlidir. Mesela Verdu’dan44 alınan bir gözlüğe otuz, Galata’dan alınan aynı bir gözlüğe yirmi beş, Köprübaşı’ndan Bahçekapı’dan alınana on beş, seyyar gözlükçülerden alınana on kuruş veriliyor. Aradaki sayı oranını görüyorsunuz ya, hep çeyrek. Meğer, gözlük almakta da mevki gözetmek gerekiyormuş! Eğer hekimin raporu varsa fiyat iki kat artıyor. Bunun için, haylice dikkat etmeli. Mesela Verdu’ya gitmekten ise, Köprü üzerindeki gazinolardan birinde oturup ufak camekanı ile gezinen tüccardan birinin gelişini beklemeli. Sıkı pazarlık ederseniz sekiz kuruşa kadar alırsınız.

8

“Malumat”, akşamları rıhtımda, birahanelerde keyif çatan; salaşlarda sadesi zehir gibi acı, şekerlisi bulaşık suyu gibi mide bulandırıcı bir tek kahve ile gecelere kadar oturan sahil konuklarının keyfini kaçırdı. Akşamüzeri rıhtımda, oranın yadigârları (hafif kadınları) dolaşmaktadır. Bu piyasa oldukça mühimdir. İçlerinde, arabaya kurulmuş olarak bir kere geçişte avını elde edenlerle saatlerce yürüyüp etrafa sırıtıp akşamı edenlere varıncaya kadar, hepsi rıhtımın su ve havasından faydalanmakta imişler.

Yadigâr dedim de “İkdam”ın45 Avrupa’daki nüfus artışı hakkında yazdığı fıkrayı hatırladım. Paris’te, bu yadigârların epeyce mahsulü varmış. Meğer o meşhur şehirde doğanların yüzde yetmiş biri, gayrimeşru çocuklarmış. Bu hâlde, yirmi dokuzu sağlam kalıyor. Şehirde aşağı yukarı iki buçuk milyon nüfus varsa söylediğim mahsullerin kalabalığını düşünün! İnsana hayret geliyor. Arkadaşımız İkdam’ın “ibret” diye verdiği neticeye, biz de “Sürüsüne bereket!” diyebiliriz.

Galata, Galata! Bu yeri tarif edebilmek ne kadar güçtür. Döl bereketinin şehrimizde uğradığı çeşitlilik, çok defa, bu civarın korkunç tesirlerinden doğar. İffetli insanlar, oralarda, arabaya, tramvaya binip gitmekten başka bir doğru yol göremez. Polis, yirmi dört saatin yirmi dördünde de vukuat bekleyerek vazife görür. Ahlak bozukluğu adına ne kadar rezillik varsa her biri için orada numuneler bulunabilir.

Geçen gün, Amerika Tiyatrosu önünde, saatlerce seyredilip ibret alınacak bir vakaya rastladım. İşin ehemmiyetini kavramak için, önce, Galata sokaklarında esas geçimini külhanbeylikle sağlayan sefil kimseleri; ikinci olarak da “Küplü” denilen berbat meyhaneye devam edenlerden birini düşünün. Leh veya Avusturyalı olduğu anlaşılan iri boylu, kalınca bir ayyaş, sokağın ortasında duruyor.

Başında eski, yırtık silindir şapkalardan biri var. Bu şapka, lekeci dükkânların mosturaları46 gibi rengârenk. Tam tepesinde, kâğıttan yapılma bir bayrak dalgalanıp duruyor. Kır saçları uzamış. Kirli alnını, ensesini kaplamış. Burun mosmor, pürtük pürtük. Yüz kırmızı, şişkin. Gözler şaşı olmayıp da bu hâle düşenlerde görülen tavırda, yani kapakları şiş, pınarları dolgun; bakışlarının yönü az değişmek üzere, daima birbirine zıt. Bıyık, sakal dudakların içe doğru çevrilmesinden dolayı bitişik. Gerdan katmer katmer, çıplak, örtüsüz olan sinesiyle beraber meydanda. Yırtık bir redingot,47 yırtık bir pantolon, yırtık bir potin. Kollar daima sarkık, parmaklar kalın, pis. Endam öne, sağa, sola, arkaya meyilli. Ufak bir çarpmaya dayanamaz, nazik; ayağı takılır takılmaz düşer. Onun için alnında çizikler, yarıklar; yüzünde ezinti nişaneleri var. Sırtındaki paltonun eteğine sicim ile koca bir gaz tenekesi takılı. Etrafını beyler almışlar: “Küp! Küüp!” diye bağırıyorlar. Onlar bağırdıkça o da galiz küfürler ile karşılık veriyor. Nasıl, bu eğlenceyi beğendiniz mi? Galata’da oynanan, zararsız komedya parçalarındandır.

Bu sarhoş azmanlarının millî terbiye üzerindeki kötü tesirleri pek çoktur. Bunlar, gittikleri yerlerde, çirkin hareketleriyle nefret toplasalar bile ibret vermezler. Onun için, görmemek daha iyidir.

“Küplü”ye devam edenler, ara sıra gazinolara, kıraathanelere de girip dilenmektedirler. Kıyafet, tavır, hâl, bakış, duruş birdir. Yalnız içlerinden biri, sadaka verene, vermeyene bir eyvallah! çekerek çekiliyor.

Darülaceze’nin açılışından beri dilenciler arasına düşen kıran, bir müddet bizi rahatça gezmeye, konuşmaya kavuşturmuş iken bugünlerde yine huzursuz olmaktayız. Hatta geçenlerde kibar bir aileye mensup olduğu tavırlarından belli olan bir hanımefendiye, Köprü’de sipsivri bir dilenci yaklaşarak ta Köprü’nün ortasına varıncaya kadar rahatsız etti. Kadın, bozukluk olmadığından bahsederek gitmesini söyledi ise de kim dinler? Biçare sıkılır, bozulur. Herif, boyuna, omzu başında, elini uzatmış, sürekli söylenir. Bir hâl ki tarif edilmez. En son, bir çeyrek vererek başından savdı. Ben bu manzara ile meşgul iken beri taraftan, bir feryattır koptu. Kör bir dilenci kadın bağırıyor. Memurlar, kendisini Darülaceze’ye götürmek için araba getirmişler. Kadın, “Gitmem!” diye haykırıyor, çırpınıyor, etrafa saldırıyor. Manzara, büyük ibret verici. Hükûmet bir kişiyi dilencilik ayıbından, sefaletten kurtarmak için kendisine bir saadet yuvası hazırlamış, davet ediyor. Sefil kadın, bu nimeti nankörce tepiyor. “Dileneceğim!” diyor. Milletin sunduğu merhamete hakaret ediyor.

Bizde dilenciler ayrı bir sınıf teşkil ederler. Aralarında meczup, ahmak, budala, kör, topal, sarsak, titrek, sulu, ayyaş bulunduğu gibi “fukara-yı sâbirîn”48 dediklerimizin biraz meydana çıkmışları da vardır:

Sebilciler,49okuya okuya gezenler, santur,50 ney, kaval, kemençe, keman, armonik,51saz çalanları bu takımdandır. Akşamları kaside52 ve manzumeler okuyarak bir yerde durmayanları, kendilerine daha çok acındırdıklarından ekseriya üstleri başları temizcedir. Fakat, evin en ziyade meşgul bulunduğu bir zamanda kapıyı çalarak rahatsız edenler sevilmiyorlar. Bunlar, arada sırada ayakkabı çalarak da iş görürler.

“İnayet ola! Çalış!” diyenlere: “Ben senden, nasihat istemedim, para istedim!” fıkrasına yaklaşanlar pek çoktur. Hatta, geçenlerde biri garip şekilde “idare-i kelam”53 etti. Para istediği kimse, “Allah versin!” deyince:

“Allah bana vereceğini, sana verdiği paraya kısmet etmiştir.” dedi. Bu türlü dilenci hikmetleri, ne kadar ahlak bozucudur…

Köprücüler,54arada sırada, yine azıtıyorlar. Fakir olup da hatta verecek on parası bulunmayan, hâl ve kıyafetinden iffetli olduğu anlaşılan kadınlara dil uzatıcı muamelede bulunuyorlar. Geçen gün bir köprücünün, siyahi bir kadına söylediği söz o kadar edepsizce idi ki insan ağzına almaktan utanır. Köprü, hayır işlerinden biri olduğuna göre, ancak parası olanların vermeleri yerinde bir borçtur. Fakat olmayanlar, hükûmetin himmetiyle, parasız geçmelidirler.

9

Korkumdan, matbaaya gidemiyorum. Birkaç gün süren hastalığımdan ötürü, müdüre bir arzuhâl yolladım. Okur okumaz öfkeden ateş kesilmiş ve hemen yerinden kalkarak:

“Bundan büyük kabahat olamaz. Hasta olan mutlaka bir yaramazlık etmiştir. İnsan durup dururken keyifsizlenmez.” demiş. Karşısındaki:

“Efendim, soğuk almış, ne yapsın?” deyince daha da çok kızarak:

“Pencereleri kapayıp yatar idi. Hele o matbaaya gelsin de görür!” diye cevap vermiş. “Bir kere bu hâli düşünün, bir de benim korkumu! Ben çoktan iyi oldum, ama gidemiyorum ki. O Haftalık Malumat’ın seyyar yazarı da dayak meselesini yazmış. Artık pusulayı bütün bütün şaşırdım. Ne yapayım! Hiç başka çare yok. Köprü’de falan tesadüf edip şıkça bir temenna ile kusurumu gidermeye çalışmalıyım derken geçen gün karşı karşıya gelmeyelim mi? Benim yürekte çarpıntı, direktörde bir hayret!”

Tam bir vakar ile hitap ederek ve:

“Bugün mutlaka ‘mektubunu’ yaz, matbaaya yolla!” şeklinde emir vererek selamsız ayrıldı.

Bende bir sevinç! Durup durup, hani Kadıköy’e işleyen “beş numara”nın istop kumandasını alır almaz çıkardığı “Ooh, Ooh!” ünlemesini tekrar ediyorum. İyi ama ne yazmalı?

İnsan gariptir. Hissine en ziyade tesir eden şeyleri dimağında tekrar eder. Benim de dimağımda boyuna renk, renk sedaları dönüyor. Tabiri caizse, dimağım “renkli bir velvele” içinde bulunuyordu.

Bu tesirle yürürken Köprü’nün üzerinde bir kalabalık peydah oldu. Bir taraftan Ada, Kadıköy, Üsküdar vapurları; öbür yandan Anadolu, Rumeli kıyılarına işleyenler, iskelelerden topladıkları halkı boşaltıyorlarmış. Tam vakti! Hem de bundan daha uygun zaman olamaz. Şu renk kelimesini derinleştireyim dedim.

Gözlerim, birdenbire narçiçeği fesli, kahverengi pakolu, beyaz yelekli, Bismark pantolonlu, krem eldivenli, camgöbeğinin55 koyusu, üstü laden56 benekli boyun bağlı bir efendinin üstünde durdu. İskarpinleri ne renktedir, diye bakayım derken bir çift kolla, atlı bir araba engel oldu. İspir; kır bıyıklı, devetüyünün açığı kostümde “Varda!” deyip duruyor. Bir madam, fakat şık. Başındaki şapkaya bizim bahçenin çiçeklerini yığsanız yine de az gelir. Gülkurusu renginde kartopu gibi iki çiçek, arasından parlak, koyu eflatuni bir tüy ile iki tarafından al ebrulu57 iki tüy daha. Şapka kenarının biraz yukarısında bir sıra vişneçürüğünü andırır, gelincik alına benzer leylaki çiçekler var. Beyazı çok, siyahı az bir tül. Ondan sonra galibardanın58 açığı, bombeli, gerdan tarafından rüzgâr ile kabarık ceketimsi bir şey. Yenlerinde horoz ibiğinin açığı dentelalar, belde tokalı, siyah İngiliz kemeri, pişmiş ayva bir jüpon59, ayaklarda bal rengi bir iskarpin.

Onun da ne türlü çorap giydiğini göreyim diye, baldırlarına doğru bakarken tüyler ürpertici bir feryat beni titretti. Küçük bir çocuk. Zavallı yavrunun minimini ayağı deliklerden birine girmiş. Denize düşeceğim korkusu ile tir tir titriyor.

Büyük annesi olacak, ihtiyar bir kadın, güvezimsi feraceli,60mangal kapağı yaşmaklı, eski usulde yapılmış rugandan yarım potin, elinde tarçıni bir şemsiye var. Derhâl koştum. Gürbüz bir çocuk. “Korkma oğlum!” falan diyerek kurtardım. Aldığım duanın haddi hesabı yok. Ben bu hizmeti bitirdiğim sırada, karşı taraftan da beş altı tanesi geçiyordu:

Aman ne çarşaflar! İnsan seyretmeye doyamıyordu. Elektrik alevi, yanar döner, akşam güneşi, parlak nefti… Bu rengârenk latiflik, işve ve naz artıran sekişlerle geçip giderken bir ses daha peyda oldu. Kar gibi beyaz bir yeldirmeye bürünmüş olan bir siyah kadın, bir şeyler söylüyor. Dikkat ettim; şemsiyesinin ucu yine o deliklerden birine girip kırılmış. O kuzguni61 çehrenin üzerindeki parlak gözler, habire, dövecek bir adam arıyor.

Artık, o çarşafların rengini sormayın! Geçen yıldan kalma moda mahsulü olan kâh ördek başı, kâh kumru göğsü, kâh sincabi, kâh yanık al, menekşe moruyla karışık ipek dallı, şeftali çiçeği rengi üzerine, serpik sırma rengini andırır işlemeli, modaya uyma derecesi, sahibi olan hanımın bu yadigâra rağbeti ölçüsüne uyarak: fes rengi, samani, fındıki, nohudi, mavi, tahinî, mor, lacivert, al, kanarya sarısı, zeytuni, şarabi, deniz rengi, şeker rengi, ekşi karadut, tozpembesi, bunların açığı, koyusu karmaşık olarak… Komik İngiliz’in “karnaval âlemi”ne benzetmekte haklı olduğu örtülü, açık binlerce vücut, gözümün önünden geçiyordu.

Arada, doru ata binmiş birisi; ak saçlı, bitkin bir ihtiyar; bakla kırı, yağız, demir kırı beygirler; boz bir merkep; alaca entarili biri; abraş62 bir hayvan; vapurdumanı gözlüklü bir sakat; maun63 boyalı bir çerçeve; kırçıl bir gazete müvezzii; güvem64 gözlü bir kız çocuğu; havai kâğıda sardığı paketini koltuğunda tutan bir ağa; lepiska, kumral, siyah saçlı madamalar; tirşeye65 çalar renkte bir ser ve sandık; esmer, beyaz, siyah buğdayı, keşmirî66 insanlar; pembe feraceli bir hanım. Velhasıl, renklerin derece derece çeşitlenişini gösteren bir panorama67 ki bunu her yerde görmek nasip olmaz.

Köprü üzerindeki Rumeli ve Anadolu kıraathaneleri şu mevsimde o kadar serin oluyor ki insan saatlerce çıkmak istemiyor. Temizlik, bakım ve hizmet son derecede olduğundan, şehrimizde bir benzerine rastlamak güççedir. Fakat eski köprü ile yeni köprüyü birbirine bağlayan geçitlerin merdiven yerleri, pek ziyade tehlikeli, demirleri kopmuş, kırılmış olduğundan insan, inerken biraz sendeleyecek olursa, denize yahut dubaların üzerine düşecek.

Beni “köprücü”lere kim haber vermiş? Gelip geçerken, birbirilerine gösteriyorlar. Tenkidimize kulak verilmiş ve tembih edilmiş olmalı ki bu günlerde o biçimsiz hâller görülmüyor. Hatta, para vermeyenlere bir kere hatırlatıyorlar. Galiba, bu hatırlatma da dalgınlıktan uyarmak için olsa gerek.

10

Baba Yaver’e”68 dediye.69

Geçenlerde, aziz ahbaplardan biri işkembe ve işkembecilere mahsus makale hakkında dolaşan bahislere dalarak Galata lokantalarının gündelik yemekleri üzerine tetkikler yapmaya başlamış ve bu konuda ele geçirdiği listeyi ben âcizlerine yollamış olmayla, ilişikte ve açıkça, midesine düşkün efendimizin huzurlarına, takdim kılındı.

– Çorba —
Kokulu işkembe çorbası
– Etliler ve Balıklar —

Paçavra haşlaması, kılıç kebabı, kalkan kebabı, şiş kebabı, süngü kebabı, çoban kebabı, keçi kebabı, orman kebabı, kuzu başı, hafta başı, fileto pane, ben kül oldum yâne yâne, beyin tavası, ton ton havası, kuzu fırında, omlet dö jarden, kotlet dö eski saten, kızartma, sarartma, morartma, Okmeydanı mektupçusu bize bu kadar sarma, pantolon paçası, Kuşdili, Et Meydanı, Taş Kasap (hep bir hesap), yahni kapan, acemaşiran, Salma Tomruk.

– Sebzeler —

Semizotu bastı; aftos suratı astı, tramvay silkmesi, zeytinyağlı çınar dolması, Yeni Bahçe, Bostancı.

– Hamur işi —

Aside ma’kaside70 mantarlı pilav, kantarlı çilav,71 Un Kapanı, altı kere altı, Asma Altı, Yel Değirmeni, Bulgurlu, pencere gözlemesi, segâh maya.

—Tatlılar —

Kaymaklı tulumba tatlısı, hortumun iki katlısı, balcı kızı (daha tatlı), dilber dudağı, saba buselik, sütlaç, ağzını aç.

– Tencere dışında bulunanlardan: salata —

Limoncu küfesi, Balık Pazarı muhtırası, Sirkeci büfesi (kadehi kuruşa).

– Meyveler —

Top atan, Dekadan,72 adam aman ne derde? (ne sevdaya uğradı garip başım, ne derde!) şeftali sokağı, incir köyü, Fıstıklı, Fındıklı, Bağlar Başı, Narlı Kapı.

– İçkiler —

Ördek rakısı, pehlivan yakısı73 (Hekimlerin tavsiyesine göre eczanelerden veriliyor.), züğürtler şampanyası, Terkos kumpanyası, vay – vaylı çay, Kızılırmak, Zincirlikuyu.

35.Küpeşte: Gemilerin güvertesini çepeçevre çeviren parmaklık.
36.Turn right! sağa kır; stop her! (durdurun!) anlamında,İngilizce denizcilik terimleri.
37.Full speed! (tam yol!) Denizcilik terimi.
38.İdare-i Mahsusa: O zaman İstanbul şehir hatlarının bir kısmı ile bazı memleket sularında vapur işleten başka bir şirket.
39.Sarıyer: İstanbul’da boğazın Rumeli yakası semtlerinden birisi.
40.Kirye: Bey, Oriste: ‘‘Buyurun!’’ anlamlarında Rumca hitaplar.
41.Terkos: İstanbul’un Terkos gölünden alınma su şebekesi.
42.Kremis: Avusturya altını.
43.Mecidiye ve çeyrek: Biri yirmi kuruşluk (beşte bir altın değerinde) öbürü beş kuruşluk gümüş para birimleri. (Bunların, çok kullanılmaktan dolayı silik ve altın veya gümüş miktarlarının eksilmiş olması gümüş ve altın değerlerini azaltıyor.)
44.Verdu: Beyoğlu yakasında Tünel’in yukarı ucunda bir gözlükçü ve saatçi mağazası idi.
45.İkdam: 5 Temmuz 1894’te Ahmet Cevdet tarafından çıkarılmış gündelik gazete. Meşrutiyet’ten sonra da çıkmaya devam eden ikdam, Abdülhamit Devri’nin iki mühim gazetesinden biridir.
46.Mostura: Göstermelik numune.
47.Redingot: Uzun etekli, ardı yırtmaçlı, çift sıra düğmeli tören ceketi.
48.Fukara-yı sâbirîn: Muhtaçlığını gizli tutarak herkese göstermeyen yoksullar.
49.Sebilci: Sebilde hayır için su dağıtan kimse.
50.Santur: Kanun gibi mâden telli bir çalgı.
51.Armonik (armonika): Herbirine üfledikçe ayrı ses çıkan delikli, küçük ağız çalgısı.
52.Kaside: Övgü veya yergi şiiri, (burada) dilencinin makamla okuduğu övücü veya hikmetli manzume.
53.İdare-i keam: Hâle uygun laf etmek.
54.Köprücü: Galata Köprüsü’nden geçmek, uzun bir süre, ücretli olmuştu. Bu parayı kesen memurlara Köprücü deniyordu.
55.Camgöbeği: Yeşile çalar mavi.
56.Laden: Beyaz, pembe, sarımtrak bir süs bitkisi.
57.Ebrulu: Dalga dalga renkli.
58.Galibarda (Garibaldi): Mora yakın kırmızı.
59.Jüpon: İç eteklik.
60.Güvezimsi ferace: Morumsu renkte üstlük.
61.Kuzguni: Simsiyah.
62.Abraş: Alaca benekli.
63.Maun: Kızıla çalar kahverengi.
64.Güvem: Siyaha çalar, koyu yeşil.
65.Tirşe: Yeşile çalar gökrengi karması.
66.Keşmirî: Koyu esmer, Hintli rengi.
67.Panorama: Genel görünüş.
68.Baba Yaver: Ahmet Rasim’in, Şehir Mektupları’nda çok geçen, mizahlı manzumelerinde ve yazılarında kendisine ‘‘Baba Yaver-i şikem-perver’’ diye takıldığı, midesine düşkün ve obur diye takdim ettiği bir arkadaşı.
69.Dediye: Fransızca ‘‘dediee: ithaf olunmuş’’. Burada sadece, ‘‘ithaf’’ karşılığı.
70.Aside makaside (kasideli aside): Yakıştırma bir isim. Aside, pekmeze un ve yağ katılarak yapılan bir tatlıdır.
71.Çilav: Haşlama pirinç.
72.Dekadan: Aslında düşkün, inkıraz buları anlamlarına gelen bu söz, 19. yüzyıl sonu Fransız Sembolist şairlerine alaycı, küçültücü bir sıfat olarak takılmıştır.
73.Pehlivan Yakısı: Çok sert bir yakı cinsi. Ancak pehlivanların dayanabileceği bir yakıcılıkta olduğu için bu adla anılır.

Pulsuz fraqment bitdi.

Неизвестный автор
3,34 ₼

Janr və etiketlər

Yaş həddi:
0+
Litresdə buraxılış tarixi:
09 avqust 2023
ISBN:
978-605-121-969-1
Naşir:
Müəllif hüququ sahibi:
Elips Kitap

Bu kitabla oxuyurlar