Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan

Mesaj mə
Müəllif:
0
Rəylər
Fraqment oxumaq
Oxunmuşu qeyd etmək
Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan
Şrift:Daha az АаDaha çox Аа

ÖN SÖZ

Bir büyük Türk, Cengiz Dağcı’nın doğumunun üzerinden tam 100 yıl geçti. Onu 2011 Eylül’ünde ebediyete uğurladık ama Tanrı ona öyle bir yetenek bahşetmişti ki hâlâ yaşıyor ve yaşamaya devam edecek.

Cengiz Dağcı Türk milletinin gönlünde kanayan bir yara olan, asla vazgeçilemeyecek, unutulamayacak bir coğrafyanın, Kırım’ın evladı. Hayatı bin türlü zorlukla geçmiş olmasına rağmen toprağını, dilini, kültürünü unutmayan ve hem kendisi hem de tüm Kırım Türkleri için bu hasletleri devam ettirmeye rehber olacak eserler veren bir yazar. Bütün bunların ötesinde duygulu, hoşgörülü, çalışkan ve iyi bir insan.

Türk Ocakları Derneği Bursa Şubesi olarak Türkiye’deki ve Türk Dünyası’ndaki araştırmacıların Cengiz Dağcı’ya nasıl baktıklarını, onu hangi açılardan önemli bulup değerlendirdiklerini ortaya koymak amacıyla bu kitabı hazırladık. İki bölümden oluşan kitapta her iki bölümde de sıralama yazar adları doğrultusunda alfabetik olarak yapılmıştır. Türk Dünyası’nı temsilen kitapta yer alan Azerbaycan, Kırgızistan ve Kırım’daki üniversitelerin mensuplarının yazıları Cengiz Dağcı’nın hem hemşehrisi hem de düşünce dünyasını besleyen önemli bir isim olan İsmail Bey Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” parolası doğrultusunda editörlerimiz tarafından Türkiye Türkçesine göre düzenlenmiştir.

Doğumunun yüzüncü yıldönümünde Cengiz Dağcı’ya armağan olarak hazırladığımız bu kitabı gerçekleştirebilmiş olmamızdan dolayı çok mutluyum. Umarım o da mutludur. Ruhu şad olsun ve yaktığı meşale gerek Kırım gerek diğer tüm coğrafyalarda Türk milletinin yolunu aydınlatsın.

Prof. Dr. Selçuk Kırlı
Türk Ocakları Derneği
Bursa Şubesi Başkanı

I. BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ ARAŞTIRMACILARIN GÖZÜYLE CENGİZ DAĞCI

Cengiz Dağcı’nın Kültürel Kökenlerine Bağlılığının Simgesi Olarak Gurzuf ve Kızıltaş
Alev Sınar Uğurlu1

GİRİŞ

1919 yılında Yalta’ya bağlı Gurzuf kasabasında doğan, çocukluğu ve ilk gençlik yılları Kızıltaş’ta geçen Cengiz Dağcı, eserlerinde kendi geçmişinden hareketle doğup yetiştiği toprakların da geçmişini anlatır. Özellikle 1928-1945 arasında yoğunlaşan bu anlatı Kırım’a reva görülen zulmü tarih kitaplarından veya siyasî söylemlerden çok daha etkili bir şekilde gözler önüne serer ve okuyucuyu bu toprakların acılı yazgısı üzerinde düşündürür.

Cengiz Dağcı’nın bizatihi kendisi ve kendisinden izler taşıyan Sadık Turan, İzmail Tavlı, Saf gibi Rus okullarında eğitim görmüş ancak köklerinin farkında olan roman başkahramanları asla milli kimlik bunalımı yaşamazlar. Roman kahramanları kurgusal zamanın içinde yaşadıkları ölüm ve korku yıllarının üstünden uzun zaman geçmiş olmasına rağmen geçmişle bağlarını asla koparmazlar. Ata topraklarından, Kırım’dan çok uzakta yaşamak mecburiyetinde kaldıkları halde bu bağı tıpkı kendilerine hayat hakkı veren ve doksan iki yıllık yaşamının altmış beş yılını Londra’da2 geçiren yazar gibi daima taze tutarlar. Cengiz Dağcı’nın savaş anıları üzerinde yoğunlaştığı Hatıralarda Cengiz Dağcı ve Kırım odaklı anı, izlenim ve hayallerini kaleme aldığı beş ciltlik Yansılar adlı kitapları, bir roman olarak takdim ettiği ancak baştan sona iç dünyasını yansıttığı Anneme Mektuplar adlı eseri okunduğunda altmış beş yıl gibi insan hayatı için çok uzun olan bir süreyi geçirdiği Londra’ya karşı hiçbir şekilde aidiyet hissetmediği anlaşılmaktadır. Bir istasyonda tren beklerken, sokakta yürürken, parkta dolaşırken, kütüphanede veya lokantada çalışırken, bir mezarlıktan geçerken aklı ve ruhu asla Londra’da değil; Kırım’dadır:

Parklarda çiçeklere, ağaçların yeşiline benim olmayan gözlerle bakıyorum; kendi gözlerimin önünde ise duvarlar. Yer altında, yer üstünde, her yanım yabancı duvarlarla kuşalı.” (Dağcı, 1992: 80)

Ama yürüyen, yanını yöresini gören, benim olmayan bir hayat içinde yaşayan bir ölüyüm. Sokaklarda yürürken insanlara bakıyorum. Gördüğüm insanların hiçbiri görmüyor beni. Aynı insanlar bir zamanlarda beni öyle sessiz, küçük, suçsuz ve üzgün görselerdi, aralarından hiç olmazsa biri duralayıp üzerime eğilir de “Sen kimsin? Kimin çocuğusun?” diye sorardı kuşkusuz. Hiç kimse sormuyor burada, hiç kimse tanımıyor beni.” (Dağcı, 1992: 103)

Kar yağıyor kente. Bizim kente de yağardı kar, öyle sessiz ve apak. Biliyorum, bu kent bizim kent değil. Sokakları başka bu kentin. Evleri başka, insanları başka. Şu anda kente yağan kar da başka.” (Dağcı, 1992: 129)

Sokağa, sokağın ıslaklığında vitrin ve trafik ışıklarının yansılarına baktım. Ben nerdeyim?” (Dağcı, 1992: 131)

Londra sokaklarında karşımdan gelen binlerce insan yüzü görüyorum her gün. Ama kimse bakmıyor bana, kimse görmüyor beni; hiçbir kimse tanımıyor beni. Dalından kopmuş, boşlukta yalpa vuran bir yaprak gibiyim. Üstüme üstüme gelen insan dalgası içinde kendimi kaybetmek, kimliğimi unutmak korkusuyla titriyorum. Öyle bir anda sırtımı sokakta bir dükkânın, bir evin soğuk duvar taşlarına yaslayıp “Ben Gurzufluyım. Orda doğdum. Orası benim yurdum” diye tekrarlıyorum içimden.” (Dağcı, 1994b: 22)

Ben elli yıldır yabancı kıyıda Gurzuf’un gerçeğinden ördüğüm hüzün gömleğim içinde yaşadım.” (Dağcı,1997b: 60)

Londra, Cengiz Dağcı’nın II. Dünya Savaşı sonrasında yaşam imkânı bulduğu, karnını doyurduğu, beşerî ihtiyaçlarını karşıladığı bir şehirdir. “Ben”i Londra’da, “içindeki ben” ise Kırım’dadır. Dağcı’nın roman başkahramanları da savaştan sonra Kırım’ın dışında kalınca (Sadık Turan Roma’da, Saf ve İzmail Tavlı Londra’dadır) yazar gibi yaşamak mecburiyetinde kaldıkları kendilerini mekâna ait hissetmezler. Cengiz Dağcı’nın da, temsilî kahramanları Sadık, Saf ve İzmail’in de ruhlarıyla bağlı oldukları tek mekân genelde Kırım, özelde yazarın doğduğu ve yetiştiği Gurzuf ve Kızıltaş’tır. Onlar içinde yaşadıkları toplumun kurallarına ve değerlerine saygı göstererek yaşamlarını sürdürürler ancak o toplumla sosyal ve kültürel bir etkileşim içine girmezler. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar daima Kırım’ın bir parçasıdırlar, Gurzuf ve Kızıltaş’ı iç benlerinde taşırlar. Vatanlarında yaşama imkânını kaybeden, yerinden edilmişlik psikolojisi içinde gündelik yaşamlarını sürdürmek zorunda bırakılan roman başkahramanları ve onların gerçek yaşamdaki karşılığı olan Cengiz Dağcı bu travmayı kültürel kökenlerinden kopmayarak atlatmanın mücadelesini verirler. Onların yaşamlarına anlam katan tek mekân Kırım’dır. Kırım ise artık uzaktadır. Cengiz Dağcı, özlenilen ve mevcut şartlar altında ulaşılamayacak kadar uzakta olan bu mekâna tahayyül ve tasavvur vasıtasıyla ulaşır. Çocukluğunun ve gençliğinin Kırımını şehirleri-kasabaları-köyleri-sokaklarıyla, mimarisiyle, dağıyla, ovasıyla, bağı-bahçesi-ağacı-çiçeğiyle, denizi-plajlarıyla, tarım ve hayvancılığıyla, gelenek ve görenekleri, türküleri, atasözleri, efsaneleri, destanlarıyla, konuşulan Türkçesiyle, üzerinde yaşayan insanlarıyla, İsmail Bey Gaspıralı ve Bekir Sıtkı Çobanzade gibi milli davayı savunan aydınlarıyla, belleğinde depoladığı her öğesiyle anlatarak coğrafî uzaklığı ortadan kaldırdığı gibi Rus işgali altında yok edilmek istenen Türk Kırım’ı da kayıt altına almış olur. Kültürel kökenlerden kopmamak coğrafî ve zamansal yabancılaşmayı da ortadan kaldırır.

MEKÂN (GURZUF – KIZILTAŞ) ve YAZAR

Arapça bir kelime olan “mekân” var olma, varlık, vücut anlamını taşıyan “kevn” kökünden türemiştir. Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugatı’nda “yer mahal”, “ev, oturulan yer” (Devellioğlu, 1980: 721), TDK sözlükte “yer, bulunulan yer”, “ev, yurt” (www.tdk.gov. tr) açıklamasıyla yer alan mekân insana içinde hareket etme imkânı veren boşluktur. Ancak kelimenin kökü olan kevn göz önünde bulundurulduğunda mekânın sadece fiziksel bir anlam ifade etmediği, bireyin duygu dünyasıyla da yakından ilgili olduğu görülmektedir. Mekân, bireyin duygu dünyası, insan psikolojisi üzerinde derin bir etki bırakır ve varlığın kendisini bağlı/ait hissettiği veya hissetmediği bir psikolojik faktöre dönüşür (Göregenli, 2010; Solak, 2017). Cengiz Dağcı’nın da kişiliğinin şekillenip beşerî ve millî kimliğinin belirlendiği Gurzuf ve Kızıltaş ile zaman içinde duygusal ve zihinsel yakınlığının arttığı ve doğduğu topraklara karşı hissettiği aidiyet duygusunun yüklediği sorumlulukla hareket edip bu mekânları eserlerinin odak noktası yaparak Kırım kültürünün sembolü haline dönüştürdüğü görülmektedir.

Cengiz Dağcı’nın Gurzuf ve Kızıltaş’tan, daha genel bir ifadeyle Kırım’dan kopmasıyla birlikte mekân anlam değiştirmiş, ailesi, akrabaları ve hemşehrileriyle birlikte geçen hayatının en güvenli bu dönemi mekânla özdeşleşmiş, mekân hafızasında yer eden görüntü, nesne, şahıs ve anılarla beraber onun varlığının-bilincinin-kişiliğinin şekillendiği psikolojik bir etken olmuştur.

Cengiz Dağcı “bireyin kendiliğinden elde ettiği bilgileri psikolojik ve zihinsel dönüşümler sonucunda kavramsallaştırmasıyla ve kodlamalar, depolamalar, anımsamalar ve çözümlemelerle oluşturduğu algılama süreci” (Özen, 2006: 2) olarak tanımlanan bilişsel/zihinsel algı ile mazisine gider. Akmescit, Bahçesaray, Yalta’dan da geniş olarak bahsetmekle birlikte Gurzuf ve Kızıltaş’a bu mazide ayrı ve özel bir yer verir. Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam’ın Sadık Turan’ına, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nun İzmail Tavlı’sına, Anneme Mektuplar’ın Saf’ına şekil veren, Onlar da İnsandı’da Bekir’in “mübarek topraklar” (Dağcı, 1994: 8) olarak nitelediği Kızıltaş ve Kızıltaş’ın bağlı olduğu Gurzuf kasabası Cengiz Dağcı’nın sadece romanlarında fonu oluşturmak veya vak’aya zemin hazırlamak için kullandığı mekânlar değillerdir. İtibarî olmaktan çok uzak ve son derece canlı tasvir edilirler. Örnek olarak Onlar da İnsandı romanının başında ruhu olan, adeta az önce içinde dolaştığımız bir mekân olarak Kızıltaş karşımıza çıkar:

 

Kırım’ın burası çok güzeldi. Solda, dağların üstünde yayla, tavlı bir beygir sırtı gibi temiz ve parlaktı. Aşağıda, köyün gerisinde, tütün aranlarına kadar inen koyu yeşil, cılız çamlıklar, kadife yamaçlarla örtülü dağların, derisi yüzülmüş hayvan eti renginde çıplak yerleri, ışıklar altında yanıyordu. Daha aşağıda; uçurumları al, beyaz, sarı, kırmızı renklere bürünmüş Gelinkaya ile, ondan epeyce uzakta, kurşun rengi yaz-kış hiç değişmeyen Topkaya; birbirlerine bakarak sessiz-sakin, dertlerini söyleşiyorlardı. Topkaya’nın derdi, Gelinkaya’nınkinden daha büyük, daha derin gibiydi. Göğün kim bilir neresinden kopmuş bir bulut parçası, her akşam gelir, Topkaya’yı sarardı. Esen rüzgârlar Topkaya’ya çıkmaz, onun sessizliğini bozmazlardı. Rüzgârlar, sadece Ayı Dağ’la yaylaların arasındaki geçitten geçer, Kızıltaş bahçelerindeki elma, armut, kayısı, şeftali, hurma ağaçlarını, tütün tarlalarındaki tarhları tarar, her yerden bir tat, bir hoş koku alarak Roman Koş’un eteklerine gidip yatarlardı…” (Dağcı, 1994a: 8-9)

“Geçmişin tiyatrosu olan belleği”nin “dekoru” (Bachelard, 1996: 36) Cengiz Dağcı için Gurzuf ve Kızıltaş’tır. Okuru Kızıltaş ve Gurzuf’a götüren tasvirler kurguya dayalı olmayan Yansılar’da da sıklıkla yer alır:

“İki mahallesi olduğu gibi, iki camisi, iki meydanı, iki ilkokulu, iki kooperatif mağazası, iki kahvehanesi ve iki de mezarlığı vardı Kızıltaş’ın; Aşağı Mezarlık ve Yukarı Mezarlık. Evimizin yanındaki alçak ama kalın duvarla çevrili Aşağı Mezarlık, eski mezarların bir yana sarkık ve yosun tutmuş sarıklı taşlarıyla, benim bilmemi istemediği sırlar saklardı sanki kendinde. Girmezdim o mezarlığa. Ama Yukarı Mezarlığa girerdim.” (Dağcı, 1994b: 169)

Gençliğimde Memiş’in bayırı üstünde durup, güneş ışınları içinde yıkanan Gurzuf’a baktığımda, kendimi bir düş dünyası içinde bulurdum. Ayı Dağı’nı, Soğuksu kıyılarını, Adalar’ı kapsayan Gurzuf’un panoraması Tanrı eliyle konmuştu dersin oraya. Üstelik Memiş’in bayırı üstünden hem Kızıltaş, hem de Gurzuf bağlarını görebiliyordum. Bağları birbirlerinden Memiş’in deresi ayırırdı. İki yüksek duvar arasından bir yol “Hastalara”, öteki yol Gurzuf bağlarına yükselirdi Memiş’in bayırından.” (Dağcı, 1994b: 171-172)

Bu ruhu edebî eserde tasvir edilen mekâna kazandıran elbette Cengiz Dağcı’dır. İçinden çıktığı topluma, kültürel kökenlerine bağlılığının yansıması özellikle mekânda belirginleşir. “Bizi biz yapan şeyleri anlatma ihtiyacını çoğumuz hissederiz. Hikâyelerimizin bilinmesini ister ve bunların değerli olduğuna inanırız. Bir hikâyemiz olmadığını anlamak, varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir; bunu kaldıramayabiliriz” (Fulford, 2014: 24-25) tespitinde olduğu gibi Cengiz Dağcı’nın da bir hikâyesi vardır. O, vatanından kopmuş, ait olduğu yerden uzakta yaşamaya adeta mahkûm edilmiştir. Bu hikâyenin başlangıç noktası Kızıltaş ve Gurzuf’tur. Bu hikâyeden yola çıkarak kurguladığı romanlarında, iç dökme ve itiraf anlatısı olarak kabul edilebilecek eserlerinde bu iki mekânın onun varoluşunun hammaddesi olduğu anlaşılmaktadır. Necip Fazıl Kısakürek’in “Canım İstanbul” adlı şiirinin başında yer alan “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” mısralarının Cengiz Dağcı’daki karşılığı “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu Kızıltaş/Gurzuf diye toprağa kondurmuşlar” olmalıdır. Cengiz Dağcı’nın mutlu, huzurlu olabileceği, kendini güvende hissedebileceği, varlığını idrak ettiği tek yer, iç dünyasının dış dünyadaki karşılığı Kızıltaş ve Gurzuf’tur:

Uyandığım zaman yuvarlak ay tam pencerenin karşısına gelip durmuştu. Kızıltaş’taydım. Uzun bir yol yürümüştüm. Dere tepe geçmiştim. Yorgundum. Ama en sonunda Kızıltaş’ıma ulaşmıştım. Mis gibi bir gece inmişti. Pilbaşı bağına. Ahırların kapıları kapatılmıştı; hayvanlar, kuşlar susmuşlardı; yalnız bağın asmaları arasında cırcırların ve eski kuyunun çevreye taşmış sularından kurbağaların sesleri geliyordu. Mutluydum.” (Dağcı, 1992: 308)

Senin hayatta en büyük ve en güzel başarın beni Kızıltaş’ta, Pilibaşı bağı dibindeki evde doğurman olmuştur. Yıllarca Kızıltaş’ı kaybetmek korkusuyla yaşadım. Şimdi korkmuyorum. Her yerde görüyorum Kızıltaş’ı; evimin içersinde, pencere camları gerisinde, duvar afişlerinde, parklarda, istasyonlarda Kızıltaş sonsuz bir rüya gibi.” (Dağcı, 1992, 352)

“İki katlı, bahçeli, güney pencereleri Ayı Dağı’na, Soğuksu bağlarına ve Adalar’a açılan güzel bir evdi. Ev ve yöresi benim dünyam oldu. Daha fazlası; benim uzun hayatıma zemin oldu; ruhum, evin çevresindeki bağların ve bahçelerin, balkonundan her gün gördüğüm Gurzuf ve Kızıltaş kıyılarının güzelliğinden besin aldı. Çocukluk yıllarımı yaşadığım yerin etkisi öylesine güçlüydü ki, o topraklardan koptuğum takdirde hayatımın benim için anlamı kalmayacağını genç yaşımda anladım- anladım ve o topraklardan kopmamaya çalıştım. Bu yüzdendir ki yarım yüzyıldan fazla bir süredir Kızıltaş’a ve Gurzuf’a dönmediğim, asmaları üzümlerle yüklü bağlar içinde yürümediğim, Hıdırellez’de Kızıltaş kızlarının o evin az uzağındaki mezarlığa ektikleri çiçekleri okşayıp koklamadığım, kuşların cıvıltılarını dinlemediğim bir güncüğüm olmuyor.” (Dağcı, 1994b: 21)

Cengiz Dağcı kendi kendisine sorduğu “Kimdim ben? Neydim ben?” sorularının cevabını hep Kızıltaş ve Gurzuf’ta bulur. O, Kızıltaş ve Gurzuf’a aittir. Kızıltaş ve Gurzuf’un dışında hiçlik hisseder. Bu topraklara duyduğu özlemin yaşı ilerledikçe daha da arttığı görülür:

“Ömrüm sona yaklaştıkça daha çok çekiyorum Kızıltaş’ın özlemini. İhtiyarlayacağım yere çocuklaşıyorum galiba. Pilibaşı’nın güneşli duvarı dibinde otsuz bir arazi vardı. İyi hatırlıyorum; sıvalı fırının arkasındaki, kullanmadığım saksı yığınından üç saksı alıp oraya giderdim; gevşek toprağı düzleyerek deniz, iki saksıyı Adalar, üçüncü saksıyı Ayı Dağı; çakımla ikiye böldüğüm bir hıyarı kayık yaparak ‘sulara’ salardım ve sırtım Pilibaşı’nın güneşli duvarına yaslı, saatlerce denizime bakardım.” (Dağcı, 1992: 402)

Cengiz Dağcı için Kızıltaş en güvenli yaşam alanıdır; Dış dünyadan bunaldığı, korktuğu, yalnız hissettiği zamanlarının sığınağıdır:

Onları gördüğüm sürece ben yaşıyordum. Onlar gözlerimden silindiği anlarda hayattan kopuktum, yalnızdım ve titriyordum.” (Dağcı, 1992: 132)

“İşte, Anneciğim, yıllar yılı canım dara düştüğü anlarda, korkulara kapıldığım anlarda kaçıp Kızıltaş’ıma saklandım.” (Dağcı, 1992: 134)

Kızıltaş onun için aynı zamanda bir sevgi ölçüsüdür. Canının parçası torununa dahi -başka topraktan, başka güneşten beslenmiş olsa da- Kızıltaş bağlarından kesilmiş bir salkım üzüme bakarcasına bakar ve onun yüzünde Kızıltaş bağlarının üzümünü3 görür.

“Özlemlerimin gücüyle evi ve bahçemi Kızıltaş’a dönüştüreceğimi sandımdı” (Dağcı, 1992: 401) diyen Cengiz Dağcı sadece yaşadığı özel mekânı değil dimağını ve yüreğini Kızıltaş ve Gurzuf haline getirir:

Kızıltaş sensiz anlam dışı bir yer. Sen de Kızıltaşsız edemezsin. Benden önce sevgilin, anandan önce anan, Kızıltaş. Kızıltaş senin özsuyun; kanın, damarın.” (Dağcı, 1992: 275)

Kızıltaş’ımızı ben sadece aklımda değil; yüreğim, dalağım, böbreğim ve avuçlarımın içinde taşıdım yıllar yılı- ben mutlu bir ölümle öleceğim.” (Dağcı, 1992: 402)

Gurzuf’u içimde taşıyorum. Gittiğim her yere Gurzuf’u kendimle birlikte götürüyorum.” (Dağcı, 1994b: 40) “Varlığımın dayanak noktasının Gurzuf olduğundan o denli eminim ki, Gurzuf’u ve Gurzuf’un insanlarını hafızamda taşırken, ömrümün sonsuzluğa sürüp gideceğine inanır gibi oluyorum.” (Dağcı, 1994b: 69)

Romanlarım yazılırken, hayatımın dayanak noktası Gurzuf oldu. Gurzuf’a bağlı kaldığım sürece hayatımın gerçekliğinden kuşkulanmadım. Gurzufsuz, hayatımın gerçek bir anlam taşımayan ve biçimsiz bir varlık olacağını, kendiminse bir hayalete dönüşeceğini sandım. Sanmakla da kalmadım, bütün bu uzun yıllar boyunca kendimi Gurzuf’ta ve Kızıltaş’ta aradım.” (Dağcı, 1997a: 8)

Ben vatansız değilim, ben her gün yatağımın içerisinde yattığım zaman adaları hatırlıyorum. Memiş’in bayırını hatırlıyorum. Gelinkaya’yı hatırlıyorum. Topkaya’yı, Gurzuf’u hatırlıyorum, hatırlamadığım hiçbir gün geçmiyor, her gün hatırlıyorum. Kırımla yaşıyorum, benim kendi bedenim buradadır, ama canım hâlâ oradadır.” (Karatay, 2011: 70)

MEKÂNIN TAKINTIDAN SEMBOL HALİNE DÖNÜŞMESİ

Cengiz Dağcı ömrü boyunca kalp gözüyle görmeyi sürdürdüğü ata topraklarını dış gözüyle en son 1941 yılında görmüş ama gerek cephede savaşırken, gerek esir kampında, gerek mülteci kampında, gerekse 1946 yılı itibarıyla yerleştiği Londra’da yüreğinden ve zihninden asla çıkarmadığı ata toprakları sayesinde ölüme, değişime, dönüşüme, asimile olmaya direnmiş ve hayata tutunmuştur:

Yazgım beni kıyılarımdan uzaklara, insanları benim dilimde konuşmayan yerlere götürdü. Çocuksu özlemler, çocuksu umutlar yavaş yavaş terk ettiler beni. Ama Gurzuf ve Kızıltaş kıyıları capcanlı kaldılar hafızamda. Uzak yurtların bana yabancı insanları arasında bugüne dek yaşayabildiysem, yüreğim içinde taşıdığım Gurzuf ve Kızıltaşla yaşayabildim. Yaşım ilerledikçe de kimliğimi korumak, kimliğimi unutmamak zorunluğundan gelen akıldışı bir güçle bağlı kaldım kumlara dayalı kıyılarıma.” (Dağcı, 1994b: 117)

Gurzuf ve Kızıltaşla kimliğimi unutamamanın; kimliğimi unutamamanın da değil doğrusu, çünkü kimliğimi ben hiçbir zaman unutmadım; kimliğimi yitirmemenin sevinci içinde buluyorum kendimi. Gülünç belki. Ama varlığımı ve akıl sağlığımı korumanın en kolay yolu bu.” (Dağcı, 1997a: 32)

Cengiz Dağcı’nın çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerler tabiatı güzel olsa da topraklar bereketli olsa da elbette Dünya yüzündeki en muhteşem, en ideal yaşam alanı değildir. Sert coğrafî şartların, doğal afetlerin, ekonomik sıkıntıların, her alanda merkezî yönetime bağlı olmanın ve merkezî yönetimin ilgisizliğinin yol açtığı olumsuzlukların burada yaşamı bir hayli zorlaştırdığı gerçeğini de dile getirir Cengiz Dağcı:

Hem Yansılar’da idealize ettiğim Gurzuf ve Kızıltaş çocukluğumda da ideal bir yer değildi: kışı soğuktu; bazan kış ortasında yakıt tükenirdi, ekmek tükenirdi; insanlar ölürlerdi – kimi soğuktan, kimi hastalıktan, kimi de içkiden. Büyük depremde devrilmiş Gurzuf camisinin minare taşları devrildikleri yerde kalakalmışlardı; sokaklar, hele Kızıltaş sokakları, taşlı ve çamurluydu. Kışın ortasında çeşmeler donardı, yollar kapanırdı. Yukarı mahallenin camisi dibindeki geniş avluya sığırlar götürülürdü boğaya. Bunun ayıbı ve günahı yok tabii; ama camiin duvarı dibine atılı peykede oturan elleri değnekli ihtiyarlar için pek de hoş olmayan gübre ve hayvan sidiği kokusu, yaz günlerinde ise, bahçe uçlarında bulunan ahşap kulübelerin altındaki helâ çukurlarından iğrenç bok kokuları yayılırdı çevreye.” (Dağcı, 1994b: 216)

 

Ancak yollar çamurlu ve taş dolu da olsa, gübre ve keçi kokuları duyulsa da burası Kızıltaşlı’nın, Gurzuflu’nun, Kırımlı’nın ocağıdır, yurdudur. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası adlı kitabında “İnsan vaktiyle oturduğu çatı katını çok dar bulabilir, kışın soğuk, yazın sıcak bulabilir. Ama şimdi, düş kurmaya yakalanan o anının içinde, herhangi bağdaştırmacılıkla olduğu bilinmez, çatı katı ister küçük, ister büyük, ister soğuk ve serin olsun her zaman rahatlatıcıdır” (Bachelard, 1996: 38) cümleleriyle ifade ettiği gibi Cengiz Dağcı da kendisi için barınma mekânı işlevi gördüğü dönemin Kızıltaş’ında göze çarpan olumsuzlukları asla hatırlamaz. Kızıltaş’ta yaşarken değil ama Kızıltaş’tan uzak düştükten, üstelik Kızıltaş’ı bir daha görme ihtimalinin ortadan kalkmasıyla Kızıltaş, Cengiz Dağcı’nın zihninde ve yüreğinde farklı bir boyut kazanır. Bir sevdadan takıntıya dönüşür (Tan, 2005). Ancak Cengiz Dağcı bu takıntı ve beraberinde getirdiği endişelerle başa çıkmayı becermiş (Veale-Willson, 2017) ve Kızıltaş ile Gurzuf’u hem kendi özel hayatı hem de vatanı Kırım için bir simge haline dönüştürmüştür.

Cengiz Dağcı, Kızıltaş’tan ayrıldıktan sonra sadece Kızıltaş değil Kızıltaş ve Gurzufla birlikte Kırım Türklerinin kaderi de değişmiş; Kırım’da, II. Dünya Savaşı sırasında önce gaddar Alman ordusunun işgali ve zulmü yaşanmış, ardından Kırım tekrar acımasız kızıl ordunun eline geçmiştir. 18 Mayıs 1944’te Stalin’in emriyle hayvan vagonlarına tıkılan Kırım Türkleri vatanlarından sürülerek, açlıkla-ölümle mücadele etmişler, büyük çoğunluğu bu mücadelede yenilgiye uğrayarak can vermiş, aileler parçalanmış ve bu Sovyet Rusya’nın uyguladığı bu stratejik soykırım neticesinde bir millet yurdunu kaybetmiştir. Yurdunu kaybeden bir milletin ferdi olarak Londra’da adeta bir sürgün hayatı yaşayan Cengiz Dağcı geride bıraktığı topraklardaki egemenliğin, buna bağlı olarak mekânın, demografik yapının ve kültürün tamamen değiştiğini üzüntüyle ifade eder:

Birkaç ay önce kütüphanelere uğrayıp en yeni Kırım haritalarında aradım Kızıltaş’ı. Yok. Demirci, Değirmenköy, Dereköy, Ayvasıl, Üsküt, Otuz, Özenbeş, Taraktaş, Yanköy… tümü eksik haritada. Yalnız Kırımlılara Kırım’ı ziyaret etmelerine izin verildiğini ve yıkık çökük köylerine gelen insanlarımızın boyunları bükük, bir tutam yurt toprağıyla yine sürgün yerlerine döndüklerini öğreniyorum buraya dek ulaşan haberlerden.” (Dağcı, 1992: 439)

“Mekân, peteklerinin binlerce gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutar” (Bachelard, 1996: 36) Cengiz Dağcı da Kırım’ın Kırım Türklerine ait olduğu zamanı yansıtan mekâna odaklanarak bir milletin değişen kaderine isyan eder. Unutmamanın ve sürgün sonrası gözlerini dünyaya açan nesle unutturmamanın mücadelesini öncelikle mekân ile verir. Geçmişinden kopmamak için direnen Cengiz Dağcı düşlerinde yeni bir Kızıltaş ve Gurzuf kurar:

Kızıltaş mı? Gerçekten Kızıltaş mı burası? Ayı Dağı’yla, deniziyle, Adalarıyla, Topkaya bayırlarıyla, Pilibaşı bağıyla senin Kızıltaş’ın mı, Saf?

Tümüyle, İye. Tümüyle benim Kızıltaş’ım. Ama yeni Kızıltaş burası. Eski Kızıltaş insansız. Eski Kızıltaş çökük. Eski Kızıltaş’ın bağlarını, bostanlarını, yollarını yaban otları kapladı. Burası yeni Kızıltaş, İye. Kendi ellerimle kurdum ben bu Kızıltaş’ı.” (Dağcı, 1992: 355)

Onun ruhuna şekil veren Kızıltaş Kırım Türklerinin kendi dillerinde türküler okuduğu, gazete ve dergiler çıkardığı; okullarda çocukların anadilleriyle eğitim aldıkları; taş duvarlı bahçeleri çiçekli, damları kızıl kiremitli, duvarları badanalı, verandalı evlerde huzur içinde yaşanan yılların Kızıltaş’ıdır. Dağcı’nın genelde Kırım, özelde Gurzuf ve Kızıltaş üzerinde böylesine ısrarla durması tamamen bilinçlidir. “Geçmişinden kopmuş bir toplum kendi geleceğini kuramaz” (Dağcı, 1994b: 76) diyen Cengiz Dağcı’nın edebî eser vasıtasıyla asıl yapmak istediği öncelikle Kırım’dan uzak düşmüş Kırım Türklerine ve tüm Türk dünyasına sağlam bir gelecek oluşturabilmenin yolunun kökleri tanımaktan geçtiğini göstermektir. Güçlü bir milli şuur ile birleşen vatan özlemi ona gelecek nesilleri bilinçlendirmek için onlara geçmişi taşıma misyonu yüklemiştir. Bu özlem ve bilinçle Kırım Türkünün kültürel kimliğinin kaybolmamasını günün birinde mutlaka gerçek sahiplerine iade olunacak vatan Kırım’a kavuşulacağına duyduğu inançla arzu eder. Yok olmamanın yolunun maziye, kültürel kimliğe sımsıkı bağlı kalmaktan geçtiğini bilmenin verdiği sorumluluk duygusuyla hareket eder:

Belgeselin sonlarına doğru Kızltaş’ın Gelinkaya’sı alınmış filme. (…) Görünüme dalmıştım ya, Gelinkaya’yı tanıyamadım doğusu. Benim çocukluğumun (sonralarda gençliğimin) Gelinkaya’sı küçülmüştü adeta. Yok, adeta değil, gerçekten küçülmüş göründü gözlerime. Küçülmez mi, her şeyimizi silip süpürdüler: camilerimizi, hastahanelerimizi, hanlarımızı ve çeşmelerimizi… Hiçbir şeyimizi bırakmadılar. Kızıltaş’ı Krasnokamensk’e dönüştürenler Gelinkaya’yı da pekala küçültebilirlerdi.” (Dağcı, 1998: 23-24)

Kızıltaş’ta ikamet etmemiz yasak. Yüreklerimiz içinde sevgi duyguları, özlemler uyanmayacak; çiçekler açmayacak; ışıklar yanmayacak; bizim gülümsemelerimiz ve öpücüklerimiz hâlâ Sosyalist romantizmin dışında. Tüm gerçeklerimiz Taşkent, Simferopol, Moskova savcılarının dosyalarında. Davamız basit; bizim biz olarak yaşamak hakkımız.” (Dağcı, 1992: 51)

Evet, ölüm son değildir ama yok olma sondur. Yok olmamamız için durmadan hatırlamak zorundayız. Geçmişinden kopmuş bir ulus, ulus olamaz. Ulusun insanlarını birleştiren, birlikteliğini sağlayan, hatta ulusu ulus kılan onun hatıralarıdır. Yalnızca şanlı ve parlak geçmişinin hatıraları değil; yenilgileri, iç ve dış etkenlerin yarattığı faciaları…” (Dağcı, 1991: 81-82)

İşte bu bilinçle hareket eden ve edebî eserin “kendi halkını kendi halkına” tanıtma işlevinin altını çizen (Dağcı, 1994b: 166, 236) Cengiz Dağcı, Kızıltaş’ın acısıyla yoğrulmuş hayatında yeniden Kızıltaş’a ve Kızıltaş ile Gurzuf ekseninde Kırım’a can vermek ister:

“ (…) dünyanın dört bir yanına dağılmış Kızıltaşlılara yeni baştan Kızıltaş’ı yaşatacaktım. Çimlerin yeşerişini göreceklerdi Kızıltaşlılar benim Kızıltaş’ımda; çiçeklerin açışını, bağlarda salkımlar olgunlaşırken sevinen asmaları göreceklerdi; karın ve yağmurun yağışını, yelin esişini, bayırın üstünde duran Camcı Şevket’in evini çeviren yüksek duvardaki künkten akan suyun şırıltısını duyacaklardı ve bunları gören ve duyan Kızıltaşlılar akıl, yürek, ciğer, dalak, böbrek, göz ve gönülleriyle birbirlerine bağlanıp bir bütün olacaklardı” (Dağcı, 1991: 121-122)

Ben yaşadıkça Kızıltaş unutulmayacaktı. Ben yeni baştan kuracaktım Kızıltaş’ı. ellerimle, aklımla, terimle. Evlerini, camisini, yollarını, köprülerini, çeşmelerini, okulunu kuracaktım. Bostanlarını sulayacaktım. Tarlalarını ekecektim. Bağlarını budayacaktım. Hayvanlarını güdecektim. Mezarlığını temizleyecektim yabanıl otlarından. Işıklar yakacaktım evlerinde. İnsanlarını sürgün yerlerinden getirip kendi evlerine yerleştirecektim. Çocuklarını okutacaktım. Kızlarını evlendirecektim. (…) Mutlu bir gelecek bekliyordu beni. (…) Köksüz ve yönsüz değildim artık.” (Dağcı, 1992: 133)

Cengiz Dağcı’nın maksadı Kırım’ın geçmişine ağıt yakmak değil meşale tutup geleceğini aydınlatmak ve bu vesileyle Kızıltaş ve Gurzuf sembollerini kullanarak gelecek nesiller ile ata toprakları arasında güçlü bir manevi bağ kurmaktır:

Geçmişinden kopmuş bir toplum kendi geleceğini kuramaz. (…) Romanlarımda Kırım’ın dışında doğup büyümüş gençlere yarım yüzyıl önceki Kırım’ı az da olsa tanıtabildiysem mutluyum.” (Dağcı, 1994b: 76)

1Prof. Dr., Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
2Cengiz Dağcı, eşi Regina ve kızı Arzu ile birlikte 1946 yılında Londra’ya yerleşmiş ve ölüm tarihi olan 22 Eylül 2011’e kadar burada yaşamıştır.
3Üzüm, Cengiz Dağcı’nın eserlerinde ötekileştirilmenin, yabancı hale getirilmenin simgesidir. Çocukken ölüler yesin diye mezarlığa üzüm bırakan Dağcı’nın babası, kendi üzüm bağına girip toprağı ve bağın asmalarını öptüğü için komünist rejim tarafından hapse atılmıştır. Bu olaydan sonra bir gün Memiş’in bayırına doğru otoyol kıyısında yürürken Yalta istikametinden gelen Kızıltaş kolhozunun sekreteri Bilal K. at arabasını durdurarak bağa dalmış ve ceketinin içine sakladığı iki salkım üzümü “Bu eki salhım yüzüm sizin bağın yüzümü!” diyerek gizlice Cengiz Dağcı’ya vermiştir. Ve üzüm onun eserlerinde kendi bağının üzümünü dahi yiyemediği öz vatanında “parya” durumuna düşmenin simgesi olur.